70’li yıllarda, “Doğu”da, dağlarında gerilla faaliyetleri yürütülmeye başlanan bir yerlerde geçen “Sus Barbatus!”hakkında yazarken temkinli olma ihtiyacı hissediyorum. Epey ödül alan, Yaşar Kemal’in eserleriyle mukayese edilen kitabın sol camiada beğeni topladığını da yakın sosyal medya çevremde gözlemleyebiliyorum. O nedenle kitap hakkında konuşmadan önce, kitabın ait olduğu janra ilişkin küçük bir tartışmayla başlamak belki de faydalı olacak.
Bu yazının üç ciltlik “Sus Barbatus!” serisinin yalnızca ilk kitabını ele aldığını, toplu bir değerlendirme içermediğini de en baştan belirtelim.
Mücadelenin Romantizasyonu Meselesi
Ecdadın fetih hikâyelerini her seferinde aynı coşkuyla dinleyen milliyetçi muhafazakârlar misali, biz orta yaş ve altındaki solcular da 68 ve 78 kuşaklarının mücadelelerini okumaktan, izlemekten, dinlemekten asla bıkmayız. Biz burada yoğ iken gösterilen o çabanın, çekilen çilelerin, atılımların, yenilgi ve geri çekilişlerin destanını okurken aşka geliriz, tüylerimiz diken diken olur. Zira solun hiç olmadığı kadar güçlü, mücadelenin hiç olmadığı kadar yaygın olduğu, tabiri caizse “solun sol olduğu” bir asr-ı saadet dönemidir o. Ve elbette hüzünleniriz de. Her Ramazan geldiğinde “nerde o eski bayramlar” diyen ihtiyarların neyi kast ettiğini anlarız az çok. Eski Türk filmlerinde babasına her akşam aynı “Senin annem bir melekti yavrum” hikâyesini anlattırıp huzur içinde uykuya dalan çocuklara da benzeriz bu anlamda biraz. Bu kuşağın devrimcileri artık ölüp melek olmuşlar ve şimdi yalnızca bizi yetişkinliğe hazırlayan didaktik hikâyelerin kahramanı olarak hayatımıza girebilen yarı-masalsı karakterlere dönüşmüşlerdir çünkü.

Bu çerçeveden bakınca, “80 öncesi anlatısı”ndan –daha doğrusu cunta yılları da dahil edilince bir bütün olarak “12 Eylül anlatısı”ndan– ulusal bir janr olarak bahsedebilirsek eğer, bu janrın ikili bir işlevi vardır diyebiliriz: Bir yanıyla 80 öncesinin hafızasını canlı tutan, bugünkü mücadeleye ilham ve güç veren bir janrdır bu. Öte yandan aynı janr, aslında özbeöz anne babalarımız, değilse abi ablalarımız tarafından daha dün verilmiş olan bu mücadeleyi belirli bir tarihsel dönemin sandığına kilitleyip süreksizleştiren, nostaljikleştiren, “O güzel insanlar o güzel domuzlara binip gittiler, böyle şeyler artık sadece masallarda olur” etkisi uyandıran bir role de göz kırpar.
Burada destekleyici bir fikir jimnastiği olarak küçük bir tartışma açmak isterim. “12 Eylül edebiyatı” bunca hacimli bir külliyata sahipken, günümüz Türkiye’sinin bütün problemleriyle oluşumunda 12 Eylül’le deyim yerindeyse “tandem” bir rol oynamış olan “Özallı yıllar”a dair kaç eser önerebilirsiniz?
İçinde Turgut Özal’ın adı geçen kaç roman vardır?
Açıkçası ben bir tane bile bilmiyorum, belki de benim cahilliğimdir. Ama bu bilgi eksikliğimin bir sebebi benim cehaletimse, biri de sınırları net çizilmiş bir tarihsel dönemin “solcu” romanların neredeyse zaruri zemini olarak kendini dayatması olsa gerek sanıyorum.
Dolayısıyla 60-80 arası sol mücadeleyi romantize eden eserlerin doğası gereği iyi/faydalı olduğunu, eleştiriden muaf tutulması gerektiğine yönelik tutumdan kaçınmak faydalı olur. Bir ilacın yan etkisinin endikasyonlarına ağır basması mümkündür, bu durum onun ilaç olma vasfını değiştirmese de, mümkündür bu. Buna karşın çoğu zaman o ilk “coşku” etkisinin perdelemesiyle bu janra ait yapıtların psiko-politik risklerini de, estetik kusurlarını da göremez hâle gelebilir, ya da haddinden fazla apolojist hâle gelebiliriz, “solcu okurlar” olarak.
Bir Ulusal Janr Olarak 12 Eylül Anlatıları ve Yaşar Kemal Ne Yaşar Ne Yaşamaz
Yukarıdaki uzun girizgahta “janr” ile, sözgelimi teen slasher korku filmleri veya westernler gibi olay kalıpları, karakter tipleri neredeyse hazır bir anlatı biçimi kast ediliyor. Teen slasher korku filmlerinde önce gözlüklünün ölmesi ya da çocuk masallarının sonunda iyilerin kazanmasındaki gibi, 12 Eylül’e dair dönem filmleri ve romanlarının da kamusal bellekte çoktan yer etmiş bazı izlekler üzerinden akması, türe dair alışkanlıkların yazarın özgür yaratısının önüne geçmesi beklenebilir.
Farzımuhal, “Sus Barbatus!”unkarakterlerini ve bu karakterler arası ilişkileri 12 Eylül yakın dönem sinemasındaki en popüler örneklerinden biri olan Vizontele Tuuba ile kıyaslayın: Devrimci öğrenciler (Sus Barbatus!’un “gerilla”ları ile Vizontele’nin DFKD/DEKD üyeleri), akıldan yana hafif kıt masum ana karakter (Kenan ile Deli Emin), bölgeye tayinle gelen, kitaplarla haşır neşir, idealist, aydın bir kamu görevlisi (Mustafa Öğretmen ile kütüphaneci Güner Sernikli), devlet yanlısı “mütegallibe” (Kadir Ağa ile Latif), her iki filmde de yüzü gülmeyen komutanlar, vs… Öyle ki, “Sus Barbatus!”ta Kadir Ağa’nın oğlu Atalay’ın sahipsiz kalan Zeynep’e, Vizontele’de (Tuuba’da değil) Latif’in oğlu Veli’nin Asiye’ye göz koymaları bile benzer bir motiftir: Halk savunmasızsa egemen güçler kendilerini yeniden üretecek araçları “taze gelin” metaforu üzerinden tekrar tekrar ele geçirir.
“Sus Barbatus!”u okurken hoşumuza gidenin tam da bu, yani onu özgün değil de tam tersine janrının tipik bir örneği yapan faktörler olduğunu zannediyorum. Okuru huzursuz etmeden, janrdan ne bekliyorsa onu vermesi. Özetle, “janrlaşmanın” tek olumsuz yanı diğer dönemlerin (hakiki ya da muhayyel, yenik ya da muzaffer) solculuğunu görünmezleştirmesi ve önemsizleştirmesi değil; aynı zamanda yazarın, yaratıcılığa ket vurarak, olay ihtimallerini, farklı karakterlerle tanışma imkanlarını sınırlayarak eserleri sanatsal açıdan da zayıf düşürmesi gibi görünüyor. (Bu konuyu bir sonraki bölümde derinleştirelim.)
Destansı karakteri, doğa tasvirleri ve hiç kuşkusuz siyasi içeriğiyle “Sus Barbatus!” Yaşar Kemal’in eserlerine benzetildi, benzetiliyor. Bir sonraki bölümün konusu olan “olaysızlık” sorunu ile Yaşar Kemal’in kırsal kelime haznesiyle aşık atabilmenin imkansızlığını saymazsak bu benzerliği görmemek elbette mümkün değil. Gerçekten de sorunlarını bir an için unutursanız ve Yaşar Kemal’in pirli mesleklere olan merakına nazire yaparsak, “Sus Barbatus!”un yazarının ustası Yaşar Kemal’in vefatından sonra dükkânı hayatta tutmak görevini üstlendiğini görebiliyorsunuz.
Ne var ki “Yaşar Kemal’i yaşatma” misyonunun “12 Eylül edebiyatı” ile ilgili problemin bir benzeriyle malul olduğunu düşünüyorum. Yaşar Kemal elbette edebiyatımızın yüz akıdır, muhteşem bir yazardan öte, bir bilgedir o. Onun rahle-i tedrisatından geçmiş yazarlarla karşılaşmak, “Yaşar Kemalvari” metinler okumak muhakkak isteriz. Fakat bu metinlerin Yaşar Kemal pastişi olmasını değil, Yaşar Kemal 2022 Türkiye’sinde halen yaşıyor olsaydı yazacağı metinlere benzemesini beklemeliyiz. Yaşar Kemal’in yarı feodal bir kırsal toplum yapısı içerisinde, mitlerle yaşayan (mitlerle yaşamaya muhtaç) insanları anlatırken o kırsalın ve o insanların halen var olduğunu, Yaşar Kemal edebiyatının dönüştüreceği toplumla ilişkilenebilir bir yapıda kurulduğunu unutmamak gerekir. Bu bağlamda, Yaşar Kemal bugün yaşatılacaksa bunun üslup ve tema benzerliğinden çok (elbette onların da varlığı gerekli olmakla beraber) temsil iddiasında olduğu kitlenin güncel düşlemine kurduğu temasın benzerliğiyle sağlanması gerektiğini zannediyorum.
“Sus Barbatus!”ta Ne Oluyor? Bir Şey Oluyor mu?
Bu alt başlığı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’i üzerine Ümit Kıvanç’ın incelemesi olan “Pan-İslamcının Macera Kılavuzu: Davutoğlu Ne Diyor, Bir Şey Diyor mu?” kitabından ödünç aldım, çünkü daha iyi denk düşenini bulamazdım. Alt başlığın kendisinin de ima ettiği üzere bu bölümde “Sus Barbatus!” içeriği açısından inceleneceği için romanı henüz okumayanlar bu bölümü atlamak isteyebilirler, uyarmış olalım.
Beş yüz küsur sayfalık bir roman “Sus Barbatus!” Görece uzun, yarı efsanevi bir vahşi doğa tasviriyle açılmasından olayları serimlemekte aceleci davranmayacağını, karakterlerin eylemlerinin art arda dizilerek salt hikâyesiyle var olmayacağını, poetikasına kendi zaman–mekanını da dahil edeceği anlaşılıyor. Sonra yavaş yavaş karakterlere tanışıyoruz: yarım akıllı Kenan ve hamile eşi Zeynep, okurken politikleşerek köylerinin dağlarına gerilla olarak dönen gençler, Mustafa öğretmen, Bekir Komutan, Kadir Ağa, diğer pek çok başka yan karakter ve elbette romana adını veren yaban domuzu Sus Barbatus…
Romanda yan yana akan, birbirine ancak dolaylı olarak temas eden iki ana hikâye var diyebiliriz: Kenan’ın bir yaban domuzu vurup satarak yoksul hanesine gelir kazandırma çabası ile vurulup asker tarafından ele geçirilen bir gerillanın (Faruk) yaşam savaşı üzerinden şekillenen politik arka planda yaşananlar.
Gelgelelim bu beş yüz küsur sayfa boyunca bu iki hikâye okurun merakını celp edecek, ona sorular sorduracak ya da hislerini harekete geçirecek herhangi bir yön kazanmıyor. Denebilir ki, yarım akıllı Kenan’ın vurduğu domuzu satamaması gibi çok çarpıcı olmasa da neticede en azından bir yere bağlanan hikâyesi hariç aslında hiçbir şey olmuyor.

Yardımcı rollerde yer alan karakterlerden zaten okurlar olarak bir hikâye beklentisine sahip değiliz, metni bu yönde bir sorgulama hakkına da. Onların öyküye gerçeklik katmak ya da belirli yan hikâyelerde yer alıp ana öykünün tamamlanmasını sağlamak gibi ikincil rolleri var. Bir amaçları yok, ya da bir meydan okumayla karşı karşıya değiller. Gelgelelim gerçek birer rolle taltif edilmiş olan karakterler de anlatılmaya değer hikâyelerle donanmıyorlar. Kadir Ağa’nın Bekir Komutan’a yardımcı olmak dışında hiçbir özneliği yok. Bekir Komutan’ın da elindeki yaralının iyileşmesi için imkanları (örneğin doktoru) seferber etmekten başka çatışmaya veya çözüme kavuşmayı beklemek ve cinsellik dışında herhangi bir arzusu, korkusu, çelişkisi, hülasa varoluş sebebi bulunmuyor. Mustafa Öğretmen’in hikâyesi gözaltına alınmak ve sevimsiz bir çavuş tarafından evdeki ansiklopedileri inceleme bahanesiyle eşine eziyet edilmesi şeklinde gerçekleşiyor.
Hiçbir şekilde çatallanmayan, derinleşmeyen, kompleksleşmeyen, yeni bir katman kazanmayan, pırıltısız öykü adayları.
Sanıyorum şu bilgi ne demek istediğimi özetleyecektir: Gerillalar gerillalık yapmıyor. Mağarada çay içip üşüyorlar. Bir planları (Bahar geldiğinde karakolu basmak? Köyü özgürleştirip kurtarılmış bölge ilan etmek? En yakın şehirde banka soygunu?) bile yok. Zaten nasıl saklandılarsa isteyen herkes onları bulabiliyor ya da gerillalık yapma ihtimalleri olduğunda (yaralı arkadaşlarının transferi esnasında kurtarma operasyonuna girişmek) pusuya düşürülmeye hazırlar. Bu daha başlamadan ortadan kalkan çatışma ihtimali dışında asker de okuduğumuz beş yüz sayfa boyunca kendilerine yönelik bir operasyon yapmıyor. Ortada en azından bir ana hikâye bulunması için Faruk yaralansın diye roman zamanının başlamasından önce gerçekleşen çatışma olmasa ortada neredeyse bir çatışma yok.
Romandaki olay yokluğunu tartışmaya devam etmeden önce, bu “gerillalık yapmayan gerillalar” meselesine küçük bir dipnot eklemek isterim: Gerillaların kitap boyunca karıncayı bile incitmemesi detayının yalnızca bir “olay eksikliği” sorunundan ibaret olmadığını, bunun devrimci gençleri “pirüpak” bırakarak gerillalığa dair soru işaretlerine sahip olan potansiyel okurların metinle mesafeli durmalarını önleme maksatlı bir temkinlilikle de ilişkili olabileceğini sanıyorum. Devam kitaplarında da bu günahsız gerillalık devam ediyor mu bilmiyorum ama bu tezimi yanlışlayan olaylar yaşandığını umuyorum.
Son ve en önemli karakter olarak: Romana adını veren Sus Barbatus, hiçbir şey yapmıyor. Kenan tarafından vurulduktan sonra serbest kalan ruhu, bir süre gezindikten sonra seks işçisi Aysel’in bedenine giriyor Sus Barbatus’un. Fakat bu olağanüstü olayın, Aysel’in ağzından birkaç defa saçma sözler dökülmesi dışında (ki oldukça önemsiz saçmalamalar bunlar), romana ya da romandaki herhangi bir olayın gelişimine en ufak etkisi olmuyor.
Beş yüz sayfalık kitapta hiçbir karakter okura herhangi bir eylemini gerçekleştirme motivasyonunu merak ettirmiyor, “Ben onun yerinde olsam ne yapardım” diye sordurmuyor, şaşırtmıyor, şok etmiyor, açmazda bırakmıyor, kızdırmıyor.
Sonuç olarak, “Sus Barbatus!”un dönemi, atmosferi ve seçtiği karakterleri itibarıyla belirli bir beklentiye tam olarak karşılık geldiğini, bir susuzluğu dindirdiğini görüyor ve kabul ediyorum. Yaşar Kemal’in mirasını sırtlanma ve sosyalist gençlerin destanını yazma iddiaları, kâğıt üzerinde kalsalar bile hâlâ heyecan verici. Öte yandan hakkaniyetli bir değerlendirme yapılırsa, yarattığı bu heyecanın ve topladığı beğeninin en azından büyük bir kısmının metnin özgünlüğünden kaynaklanmadığı hissi uyanıyor bende. Şüphesiz çıktığı bu yolda galiptir mağlup, öyleyse “Sus Barbatus!”un hangi sahalarda mağlup olduğunu belirtmekte, detaylandırmakta, tartışmakta da bir beis olmasa gerek. Yaşar Kemal’in izinden gidecek ya da devrimciliğin, devrimcilerin öyküsünü anlatacak başka metinlerin farklı galibiyetler alabilmesi içinse, özellikle gerekli bunlar sanki.
Hakan Sipahioğlu