Gazete ve dergilerde unutulmuş; çoğu, yalnızca ismiyle derleme çalışmalarında geçen asırlık hikâyeler…

Parşömen Edebiyat, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminin günümüze kalan hikâye varlığını zenginleştirmeyi arzuluyor.

İlk hikâye, büyük şair ve nesir ustası Cenap Şahabettin’den.

Cenap Şahabettin’in az sayıdaki hikâyelerinden biri olan Prens Levent, 10 Nisan 1918’de Zaman gazetesinde yayımlandı.

104 yıl sonra, Latin harfleriyle Parşömen Edebiyat’ta!

Cenap Şahabettin
PRENS LEVENT

İki koltuk değneğine asılı bir zavallı torba hâlinde Direklerarası çayhanelerinden birine giren sarı bıyıklı, kuru ve genç malul[1] zabit, yudum yudum çayını içerken yanındaki delikanlıya biraz müteheyyiç[2] ve biraz müftehir[3] anlatıyordu:

“Artık şimdi gülünç olmaksızın söyleyebilirim. Benim sokaktan geçişim semtin tazeleri için en ziyade helecanla[4] beklenen hadise idi. Mahmuzlarımın[5] şıkırtısı duyuldu mu, derhâl -ketum olmak isteyen itinalarla- pencereler sürülür, deniz gibi yahut siyah inci kadar parlak nazarlar kafeslere yapışırdı. Yolda rasgeliverişim genç kızların yürüyüşlerini şaşırtır, ayaklarını dolaştırırdı; sanki muvazeneleri[6] etrafımdaki havadan erirdi. Bana bir de lakap takmışlardı: Prens Levent! Asıl adım unutulmuş gibiydi. İşte itiraf edeceğim: Bütün bunlar birer minimini muzafferiyet[7] gibi göğsümü şişiriyordu… Eminim ki seferberlik ilan edilip de Prens Levent Aksaray Caddesi’nden kaybolduğu zaman mütehassir[8] kalan gözler bir düzineden aşağı değildi. Başsevkiyat beni, hatırlarsın ya, Çanakkale’ye atmıştı. İlk ateş ziyafetini Anafartalar’da tattım. Bana orası ilk önce birbirini anlamayan ve birbirinin balını kapmak isteyen iki arı kovanı hissi verdi. İlk günler istihkâm[9] taburlarının siper hazırlıklarıyla geçti. Ötede beride siperler birer yara gibi uzanıyordu; biz siperlerde yaralanmadan evvel vatan toprağı siperlerle yaralandı. İstihkâm taburları hepimizi siperlere yerleştirdiler, orada hayat şüphe yok ki pek şuh bir şey değil. Fakat siperdekilerin büyük bir tesellisi var: İstedikleri anda vatanın toprağını öpebilmek… Sizi temin ederim ki orada ecdadımızın kokusuna benzer bir şey hissolunuyor… Ooh, ilk ateşi unutmayacağım: İnce, müstesna ve âdeta bilmem tabir caiz midir, uhrevi bir sarhoşluk… İlk top tarrakasıyla[10] sarsılan başınız dönüyor, bütün asabınızda inkıtasız[11] bir titreme, fakat korkuyla münasebeti olmayan bir titreme… Etrafımdakilere baktım: Gözler açılmış, benizler uçuk, dudaklar titreyen nefeslerle boğuluydu. Sanki o top gürültüsü bizi gayrimuntazır[12], müthiş bir imtihana davet ediyordu. Hiçbir şey ve hiçbir kimse aklıma gelmiyordu. Dimağımın içini sakit[13] ve bihis[14] bir kürreibelahat[15] doldurmuştu. Bir kendi varlığımı, bir de dizlerimin dayandığı toprağı hissediyordum. Siper şimdi galiba emniyet verdiği için sevimli geliyordu. Onun yumuşak toprağı, içerisinde bulunduğum mühib[16] mabedin bir ipek seccadesi gibiydi. Sis içinde düşman toplarının siyah ağızları uzanıyordu. Ara sıra ağızdan ateşîn[17] bir dil çıkıyor, etrafımızdaki anasırı[18] saniyelerce titriyordu. Şarapnel öyle patlıyordu ki gökler yarılıyor sanırdınız. Her darbede dağlar uluyor, bulutlar inliyor, havanın ve toprağın enin[19] ve figanı bir halita[20] kesafetiyle[21] böğürüyordu. Her infilakta yerden kalkan kumlar, topraklar ve taşlar bir kuru yağmur hâlinde tepemize avdet ediyordu[22]. “Mıntıkai mühlike”[23] önümüzdeki siperlerdi. Orada mermiler, ateş kargalar gibi hayatı didiklemişti. Rütbei şahadet[24] için layenkati[25] münhal[26] mevkiler açılıyordu, boşalan siperleri doldurmak lazımdı. Nöbet bizim bölüğe geldi. Boru acı ve madeni bir çığlıkla “Haydi oraya… Vatan için ölmeli!” diyordu. Ağzım kurumuş ve dilim damağımı rendeleyen bir törpü olmuştu. Bütün bölük abdest aldı. Düğüne gider gibi şen ve şatır[27] ölüme hazırlanıyorduk. Bu temiz gömlek ve donun temasından bütün vücudum pürüzlendi. Güya bana bir tavuk derisi geçirdiler. Sonra o, bu şecaatten[28] daha yüksek bir hareketti, muntazam hatvelerle[29] mevte[30] doğru yürüdük!

İşte genç, sıcak, pürhayat, pürhayal ve pürarzu[31] kalplerimizi vatan için düşmana uzatıyorduk… Bu anda, ya Rabbi, ne garip his! Kendinizi milletin oğlu, babası, kardeşi, zevci[32], silahı, ruhu her şeyi sanıyorsunuz. Göğsünüzde yirmi milyon nüfusun kalbi çarpıyor, size öyle geliyor ki memleketinizin dereleri sizin damarlarınızdır ve ormanlarında sizin adelatınız[33] birbirine sarılıyor. Vatan güya siz kendinizsiniz; yalnız içinizde, “Allahaısmarladık, Allahaısmarladık!” diye bir gizli ses var ki pek iyi anlayamıyorsunuz. Bu veda nakaratı kime hitaptır? Sağınızda veya solunuzda bir kere depreşip ebediyen dinlenecek bir silah arkadaşınıza mı yoksa arkanızda kalan vatan topraklarına mı? Şimdi “ölüm siperleri”ne giderken eller dipçiklerde ve kabzalarda kilitlenmişti. Göğsümde bilmem nasıl bir ağırlık hissediyordum. Sanki etraf bütün sıkletini[34] ciğerlerime bastırdı. Dua, salavat, tövbe, tazarru[35] etrafımdaki dudakları mırıldatıyordu; bilmem hangi derin tahassür[36], yanımdaki arkadaşın göğsünden hıçkırık gibi boğuk kısa bir “Ah…” çıkarttı. Demir ve ateş fırtınası tarifi nakabil[37] bir gürültü yapıyordu. İnsan inanamazdı ki bu müthiş velveleyi yapan insandır! Arkamızdan boru “İleri… İleri!” diyordu. Mühlik[38] sipere vardık! Oh, o manzara.. Ebedi sükûtlarıyla[39] gökyüzüne haykıran açık ağızlar, evinden uğramış gözler, dudaklardan taşmış diller, yarım bakiyeihis[40] ve hayayla kıpırdaşan bacaklar, üniformalar üstünde sırıtan ciğer, beyin, barsak parçaları; ooh, natamam[41] ölümler ve natamam ölüler… Nagâh[42] sağımdaki silâh arkadaşı kolları havada yuvarlandı, bir an içinde başında kanlı saçları lal bir takye[43] olmuştu. Kanıyla çamurlanan topraktan ayağımı çekmek istedim, fakat o anda bilmem nasıl oldu, sanki sol ayağım boşa bastı, yuvarlandım. Sol avucum siperin zemininde şakladı. Pantolonumun paçası boşalmıştı, kumaşın yarasından kan pıhtılanıyor ve kırmızı bir çiçek oluyordu. Etrafımdakilere baktım. Bu bakış bir sualdi[44]: “Ne oldum?” demek istiyordum. Fakat etrafımda bütün gözler manasız birer camdı ve bütün simalar manasız birer mukavva…

Galiba benim hesabıma onlar korktu! Neden, neden sonra anladım ki Prens Levent kötürüm olmuş. O zaman uzakta, ta Koska kaldırımları üzerinde pürhayat, tannan[45] ve mağrur şıkırdayan mahmuzlarımı acı bir musiki gibi işittim. Zavallılar artık hiçbir ses vermeyeceklerdi…”

Gözlerinin kenarında yuvarlanmağa hazırlanan yaş tanelerini elinin tersiyle gizlice sildikten sonra ilâve etti:

“Şimdi değneklerim tenha sokakların sükûtunu noktalarken eski aşinalardan bir tazeye tesadüfüm o kadar elim bir şeydi ki… O zaman Prens Levent bütün fütuhatıyla[46] gözümün önüne geliyor ve kızıyorum: Ya o olmasaydı, ya ben, diyorum…”

Cenap Şahabettin

Latin harflerine aktaran: Bilal Acarözmen


[1] Sakat.

[2] Heyecanlı.

[3] Bir şeyi övünç bilerek onunla sevinen, övünen, iftihar eden.

[4] Kalp çarpıntısı, çırpıntı.

[5] Çizmenin, potinin arkasına takılan ve binek hayvanlarını dürtüp hızlandırmaya yarayan demir veya çelik parça.

[6] Denge.

[7] Üstünlük, zafer kazanma.

[8] Özleyen, hasret çeken.

[9] Düşman saldırısını durdurmak, düşmana karşı savunma yapmak amacıyla düzenlenmiş yer.

[10] Gümbürtü.

[11] Kesintisiz, sürekli.

[12] Beklenmedik.

[13] Susmuş, sessiz.

[14] Hissiz.

[15] Alıklık, aptallık küresi.

[16] Tehlikeli.

[17] Ateş gibi.

[18] Unsurlar, bir bütünü meydana getiren parçalar.

[19] İnleme, inilti.

[20] Alaşım; birden çok ögeden oluşmuş karmaşık bir bütün.

[21] Yoğunluk.

[22] Dönmek.

[23] Tehlikeli bölge.

[24] Şehitlik rütbesi.

[25] Kesintisiz, aralıksız.

[26] Açıktan bulunan.

[27] Neşeli.

[28] Yiğitlik.

[29] Adım.

[30] Ölüm.

[31] Hayat, hayal ve arzu dolu.

[32] Koca.

[33] Kaslar.

[34] Ağırlık.

[35] Yakarma.

[36] Özlem.

[37] Mümkün olmayan.

[38] Tehlikeli.

[39] Sessizlik.

[40] Geriye kalan his, duyu.

[41] Tamamlanmamış, eksik.

[42] Ansızın.

[43] Takke.

[44] Soru.

[45] Tınlayan, çınlayan.

[46] Zaferler.