Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 674. yıl, 32. Gün: 

GÖLGEYE ÖVGÜ

Gölgeye Övgü (İthaki Yayınları, Mayıs 2022), Japon tarzı yaşam üzerine bir deneme. Cuniçiro Tanizaki (1886-1965), modern Japon yazınının en önde gelen yazarı olarak anılıyor. Döneminde, bizdeki gibi, Japon modernleşmesinin Batılılaşma ile paralel yürümesi, geleneklerine bağlı bir yazar olan Tanizaki’yi Batılı değerlerin sorgusuz sualsiz kabülü karşısında tavır almaya yöneltmiş; bilimde, sanatta ve edebiyatta Batının değerlerini hiç değilse sorgulayarak almak konusunda ısrarcı görünmüştür. Gölgeye Övgü, gölgeye ve gölgeden başka birçok alışılmamış konuya değiniyor; geleneğe bağlı ve Doğulu bakış açısıyla kaleme alınmış.

Yerinde bir düşünceyle, kapak resmi kitabın içeriğine uygun olarak, Japon modernizasyonu ve Batılılaşmasının etkisinde çizen bir ressamdan (Kiyoçika Kobayaşi) seçilmiş. Resim, geleneksel günlük yaşamı betimlerken, batı resminin ışık ve gölge anlayışından esinlenir.

Tanizaki, kitabında alçakgönüllülükle, “Kendi kendine sızlanmaktan ve imkansızı istemekten öte bir şey yapmadığını” söylese de, sıradan konuların insan yaşamını belirleyici konularla bağlantısını, üslubuna yedirdiği ince bir mizahla verir. Bunu yaparken de, Montaigne’in izinden giden batı tarzını benimsemiş denemecilerin yazdığı gibi okuru alıntılarla, dipnotlarıyla yormaz; başkalarınınkinden çok kendi düşüncesini ortaya koyan doğulu tarzından taviz vermez. Kaynakları ya bir yazar veya şair arkadaşının ona söylediği ya Osakalı bir beyefendiden duydukları ya da yaşanmışlığın akılda kalan kırıntılarıdır.

Övgüye değer olan, yalnızca gölgeler değildir; parlaklık karşısında matlık, sırsız porselenin çekiciliği, loşluğun güzelliği, beyaz yerine kum rengi, karanlıkla uyum içerisindeki yemek sosu ve kirdeki zarafet bile övgüye değerdir. Yazar, gölgelerin, aslında gün ışığından doğduğu gerçeğini edebî bir beceriyle okurun gözünden kaçırır. Kitapta, karanlıklaşan her şeye karşı duyulan nostalji duygusu, giderek denemenin baskın karakteri olur; içinde güzellik barındıran karanlığa yönelen övgü, sayfalar ilerledikçe yerini karanlığı ve gölgeyi yok eden parlak ışığa ve –deyiş yerindeyse– “aydınlığa sövgü”ye bırakır.

Deneme, biraz da okurun bir konudaki düşüncesini rahatsız edebilecek bir üslubu da cesaretle kullanmayı, sivri dille de olsa, yazarın kendi görüşünü ortaya koymasını gerektiren bir tür olmalıdır. Okura “gölgeler dünyasını edebiyat aracılığıyla hatırlatmak için yazılmış” bir deneme olsa da, Gölgeye Övgü bize, “Batıdan ödünç alınan şeyler karşılığında verilen kayıpları”, gölgeyi, karanlığı ve aydınlığı sembolleştirerek anlatıyor.

Işığın fazlası bir şeyleri aydınlatırken, bizi körleştirerek bazı şeyleri de gizlemez mi? Dünyada “fazla” ile giderilen hangi “eksik” var. Bırakalım, bir şeyler de biraz eksik kalsın… Biraz gölgede kalsın.

38. Gün:

GÜZİDE HANIM’IN ZİYARETİ

Beyazıt Yangın Kulesi ve İstanbul Üniversitesi, İstanbul’un yedi tepesinin üçüncüsünün üzerindedir. Tepe, Vezneciler’e doğru hızla alçalır. O, tepenin Vezneciler tarafında yer alan erkek öğrenci yurdunda kalıyor.

Yurdun en üst katındaki terasa çıktığında manzarayı büyüleyici bulur. Süleymaniye Camisi, bütün görkemiyle önündedir: İstanbul’un görüntüsü surların ötesinde ufka uzanır, puslanarak sürer ve kaybolur. Sınav zamanları sabah saat 5’den önce uyanıp üst kattaki kütüphaneye çıkar. Ders çalışırken sabah ezanı başlar; Şan sinemasındaki Pazar konserlerinde Münir Nurettin dahil bir çok ünlü ses sanatçısını iki haftada bir dinleyerek incelttiği zevkiyle, Süleymaniye’den gelen sâbâ makamının ezgin ve zengin nağmesine kulak vermek için kalemini birkaç dakikalığına bırakır.

Yurdun yüksek duvarlarının ardında iki katlı, çevreye hakim bahçe içinde harap bir ahşap ev hep dikkatini çeker durur. Gündüzleri yurt bahçesinden bakınca içinde kimsenin oturmadığı, yamru yumru, kaderine terk edilmiş bir evi andırır; akşamları ise pencerelerinde beliren sönük ışıklar, mobilyasız çıplak odalarda üçer beşer birarada kalan, köylerindeki ailelerinden kopmuş yer yataklı işçilerin yorgun başlarını aydınlatır. Bazen de onlardan birinin gönlünden kopup kim bilir başka kimlerin gönül teline dokunan, yanık bir hasret türküsü yurtta kalanları da sarar ve gecenin içinde kaybolur.

O gün öğleden sonra, yurdun girişi telaşlı adımların yeri oldu. Yurt müdürü başta olmak üzere görevliler, yüksek demir parmaklıklı ana kapının önüne gelerek temiz giyimli yaşlı bir kadınla, kadına el pençe divan duran orta yaşlı, takım elbiseli birkaç erkeği kapıda karşıladılar. Grup, hoşgeldinizlerle içeri, yurdun bahçesine alındı. O da, gelenleri görür görmez hemen yanlarına yaklaştı. Bir şeyler döndüğünü anlamıştı. Gelenler kimdi? Amaçları neydi? 

Öğrencilerin tek keyif mekanı olan, her türlü iskambil kağıdı oyunu ve satranç oynanan çay ocağının önünden geçilip, yandaki ahşap eve bakan duvarla, ortasında Atatürk büstü olan solgun güllü küçük bahçenin arasındaki alana gelince durdular. Pek olağan gözükmeyen nadir bir ziyaretin kokusunu alan diğer aylak öğrencilerin de gelmesiyle duvarın önünde kalabalık bir küme oluştu.

Gelen adamlardan biri, eliyle duvarın arkasındaki, kiremitleri birbirinin üstüne binmiş evin çatısını ve üst katın gönyesi kaçmış pencerelerini işaret ederek, yaşlı kadına evin durumu hakkında bilgi vermeye başladı. Evin, yıllardır bahçıvan eli değmemiş bahçesine girmeleri tehlike doğuracağından, yurt tarafından dolaşmak zorunda kaldıkları anlaşılıyordu.

Tüm sözlerin saygıyla kendisine yöneltildiği, söylenenlere başını sallayarak cevap veren, ağzından tek bir söz çıkmayan kadına baktı. Kadın, baştan aşağıya siyahlar içindeki –yaşına ve sonradan öğreneceği yasına uyan– haliyle, nesli kaybolmaya yüz tutmuş bir İstanbul Hanımefendisi görünümündeydi. Ne var ki, iki büklüm duruşu önemli sağlık sorunlarını işaret ediyordu. 

O zamana kadar sahipsiz görünen bakımsız evin bir sahibi vardı ve o da hemen arkasında durduğu yaşlı kadındı. Kendisine söylenenleri dinliyor muydu, yoksa dinler gibi görünüp aile evinde yaşadığı mutlu günlere mi dönmüştü. Ramazan akşamları, iftardan sonra, şimdi eğri büğrü duran pencereden, Süleymaniye’nin ünü bütün İstanbul’a yayılan, resimleri hareketli, göz alıcı kandil ışıklarıyla donanmış mahyasını seyrederek nasıl eğlenceli vakit geçirdiklerini düşünüyordu belki de. Geceleri, aşağılarındaki Direklerarası’ndan gelen şenlikli sesler hâlâ kulağındaydı belki.

Konuşmalar bitti. Ziyaretçilerini uğurladılar. Yurt, olağan havasına geri döndü. Hayatında umursayacağı fazla bir şey kalmadığı izlenimi veren kadının kim olduğunu, kıdemli öğrenciliğinin forsunu kullanarak hâlâ kapıda dikilen yurt müdürüne sordu: Menderes Hükümetinin, beş-altı yıl önce, Başbakanla birlikte idam edilen iki Bakanından birinin annesiydi.

43. Gün:

ZİHİNSEL HAZIRLIĞIN ÖNEMİ

Bilimsel bir araştırmada: Bir orta mesafe koşusu öncesi, koşucular eşit sayıda iki gruba ayrılıyor. İlk gruba, yapılacak koşunun 5 kilometre olduğu söyleniyor. Diğer gruba ise, doğrusu, yani koşunun 10 km’lik bir koşu olduğu bilgisi veriliyor. Her iki grup karışık olarak yarışa başlatılıyor ve tam 4 km’nin geride kaldığı bir zamanda megafonla tüm yarışçılara bir kaç kez “Yarış 10 kilometredir,” anonsu yapılıyor. 10 km’nin sonunda yarış bittiğinde tüm ilk grup koşucularının nal topladığı görülüyor. Yarıştan önce, 5 km’lik bir koşuya katıldığını sananlar büyük oranda yarışı sonlarda bitiriyor.

Başarının ne olduğunu açıklamakta çoğu kez güçlük çekilir. Başarı meslekle mi, parayla mı, aileyle mi, ne ile ölçülürse ölçülsün, ona ulaşmadan önce sahibinin zihninde imgelenmiş bir hayalden başka bir şey değildir.

55. Gün:

OYALANMAK

Doğa, bizden istediklerini aldıktan sonra ölüme dek oyalanmak biz insanlar için yapılabilecek tek şeydir. Oyalanmak, oyalanmak… Ve hâlâ işe yarar görünüp ilk dokunuşta darmadağın olan rengi solmuş eski bir kağıt parçası gibi bir anda toz olmak… Dünya yüzünden. 

58. Gün:

Aşktan sevgi çıkarmak, şapkadan tavşan çıkarmaya benzer. Sihirbaz hüneri gerektirir.

Nazmi Özüçelik