Halikarnas Balıkçısı, neredeyse hepimizin 100 Temel Eser listesinden aşina olduğu ve genç yaşta tanıdığı yazın insanlarından. Aynı zamanda, zihinlerimizdeki meselci “büyükbaba” figürlerinden. Birçoğumuz için de hümanizmin ete kemiğe bürünmüş hâli. Ancak Balıkçı’nın 60’lı yıllarda yazdığı iki kitap var ki akıllara durgunluk verir: Turgut Reis ve Uluç Reis. Söz konusu metinlerde yabancı düşmanlığı, ırkçılık, cinsiyetçilik iç içedir. Öyle ki hümanist büyükbaba figürü Balıkçı, tecavüz fantezisine varana kadar sapkınlık içeren bu iki metni nasıl ve neden yazmıştır? Bu konuya dikkat çeken ilk yazı, sanıyorum Murat Belge’nin 2006 yılında Birikim Dergisi’nde yayımlanan “Mavi Anadolu Tezi ve Halikarnas Balıkçısı” yazısıdır. Belge bu yazıda genesis temasından hareket ederek Balıkçı’nın başını çektiği kabul edilen Mavi Anadoluculuk akımının tarih teziyle ilişkisini irdelemekte. Şüphesiz, Cumhuriyet ile birlikte yeni rejim, kendini ulus-devlet kılabilmek için inşa edilmesi gereken hayali bir cemaate, icat edilmesi gereken geleneklere ve daha da önemlisi tüm bu icat edilen yahut edilecek geleneklerin bağlanabileceği tarihsel meşruluğu şüphe götürmez bir genesis mitine ihtiyaç duymaktaydı.

Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı)

Ziya Gökalp’in fikirleri, sosyoloğun revizyonlarına rağmen eskimişti. Üstelik 1930’larda yükselen bir bilim fardı: Fiziki antropoloji. Bu bağlamda, tezini Eugène Pittard’ın öğrencisi olarak tamamlayan Afet İnan, 64.000 kişinin kafatası ölçümünü kapsayan anketinin sonuçlarını gururla paylaşıyordu. Nitekim, Şevket Aziz Kansu’nun da benzer çalışmaları vardı. Netice itibariyle tüm bu çalışmalar, 19. yüzyılda ırkları renklere ayıran antropoloji sisteminin karşısına dikilmek içindi: Türkler, Asya kökenli sarı ırktan değildi, aksine beyaz, Alpin ırktandı. Mükemmel brakisefallerdi onlar. Bu minvalde Türkler, Doğu medeniyeti dairesinden ayrılarak Batı medeniyeti dairesine giriyorlardı ki neolitik çağı başlattıklarından Batı medeniyetinin de kurucuları olduklarını iddia etmekteydiler. Başka deyişle, Batı medeniyetinin temeli Yunanistan yarımadasından Anadolu coğrafyasına çekilmekteydi. Antropolojik çalışmalar sayesinde Batı karşısında üstünlük yakalamaya çalışan rejimin düğümlendiği nokta ise bunu tarih sahasında meşru bir zemine oturtmaktı. Derde deva gecikmedi: Mavi Anadoluculuk.

Balıkçı, Batı Anadolu’nun kültürel önemini göstermek amacıyla mavi yolculuklar düzenlerdi. Yakın dostu Azra Erhat ise “Mavi Anadolu” kitabını yayımladı. Bu görüşe dahil olan diğer bir önemli isim de Sabahattin Eyüboğlu’ydu. Peki, neydi Mavi Anadoluculuk?

Balıkçı’nın tezi, asıl medeniyetin Batı Anadolu’da, bilhassa İyonya özelinde kurulduğuydu. Buna göre Yunan devleti İyonlar’ı silah gücüyle bastırmış, bu engin medeniyetin birikimini de kendi çıkarlarına göre yontmuştu. Balıkçı’ya göre –Nietzsche’nin tarihsel ikiliğinden hareketle– Dionysosçu tarihin özü de buradaydı. İyonya medeniyeti bilime dayalıydı ve toplumsal yaşam, iş bölümü halk kültüründen doğmuştu. Tüm bunları deneme kitaplarında hiçbir referans göstermeden sayfalarca yazdı Balıkçı. Zeybek oyunlarıyla Dionysos ritüelleri arasındaki benzerliklerden, İyonlarda filozof değil “fusiologos” [fizikçi] olduğuna, atomu ilkin Demokritos’un keşfettiğine kadar geniş bir yelpazede pek çok argüman sundu. Pek tabii olarak bu görüşler bilimselliği ön planda tutan rejim tarafından benimsendi ve Özal dönemine kadar etkisini de yitirmedi! Turgut Özal’ın “Turkey in Europe and Europe in Turkey” kitabı bunun somut kanıtıdır…

Bu bağlamda, Balıkçı’nın 1960’lı yıllarda alenen ırkçı ve cinsiyetçi bir tavır takındığı iki tarihi romanı şaşırtıcıdır. İki romanda da Hıristiyanlar aşağılanır, yabancı erkekler kadınlara benzetilir, yabancı kadınlar ise Türk korsanlar hakkında cinsel fanteziler kuran tek boyutlu varlıklara indirgenir. Türklerin başarıları abartılır, başarısızlıkları da öyle hamasi anlatılır ki okuyan yenilgiyi de zafer sanır. Ayrıntılı bilgi için Belge’nin yazısı okunabilir. Ancak 1890 doğumlu Balıkçı’nın yetmişli yaşlarında neden böyle tarihi-popüler romanlar yazdığı meçhuldür. Üstelik tarzının tamamen dışında!

1962 ve 1966 yıllarında yayımlanan bu metinleri, bu dört senelik zaman dilimini paranteze aldığımızda karşımıza farklı bir Balıkçı çıkmakta. Bu Balıkçı, deniz insanlarını ve onların hayatta kalmak için çektikleri türlü sıkıntıları kendine has diliyle anlatır. Anlatıların arka planında feodal düzeni ve toplumsal adaletsizliği hicveder. Dalgıçlar, denizciler, balıkçılar gibi deniz insanlarının psikolojisini en derin şekilde işler. Tek boyutlu bir deniz imgesi koymaz ortaya. Deniz ilkin coğrafi bir kavramdır. Halkın sosyo-ekonomik yapısında belirleyici bir unsurdur böylece. İkinci olarak halk kültürünün simgesidir. Denizkızlarına dair söylenceler, fok balıklarına atfedilen mitler, türküler gibi folklorik unsurlar bu kültürün mayalarıdır. Üçüncü olarak da oğlu anasından koparan zalim bir üvey ana yahut bir tanrıçadır. Dişi, kadim bir varlıktır deniz, hayat onunla başlayıp onunla biter. Bununla birlikte ahlaki ölçütlerin de belirleyicisidir. Nitekim, Balıkçı’nın metinlerinde deniz insanı-toprak insanı ayrımını da görürüz. Çoğunlukla şişman oldukları vurgulanan toprak insanları onun için çıkarcı, kurnaz, yalancı, dalavereci tiplerdir. Tarımla uğraşıp da mütevazı ve ahlaklı yaşam süren kişiler de ayaklarını suya sokmamış olsalar dahi deniz insanı olarak sınıflandırılır.

Dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da Balıkçı’nın feodal düzene başkaldıran eşkıyaları olumlaması ve ölümlerini romantik bir şekilde betimlemesi. Ormanda, deniz kenarında, ay ışığında… Öte yandan, Balıkçı’nın çoğu metni, hatta çoğu karakteri birbirine benzemektedir. Zira edebi üretimini tek oturumluk yazı olarak niteler ve her eserini tek oturuşta bitirmeye gayret eder Cevat Şakir. Tekrara düşen bir yazar olmasının yanı sıra meddahlık gömleğini giyen bir büyükbabadır da. Yani, anlatıyı birinci çoğul şahıs böler sık sık. Hatta bu üst anlatıcı, kurgunun zaman akışına müdahale eder, okura heyecan aşılamaya çalışır, didaktik olmaktan çekinmez. Tüm bu özellikler onun toplumcu damarına, halk için sanat anlayışına işaret eder.

Onu herhangi bir kategoriye dahil etmek zordur: Irkçı mıdır, yabancı karşıtı mıdır, hümanist midir, toplumcu mudur? Ezcümle, Balıkçı tasnif edilemez bir yazın insanı olarak karşımıza çıkar. Belki de onun toplum nazarındaki şöhreti şahsi hayatından gelmektedir. Babasını neden öldürdü bilinmez fakat, kalebentliğe mahkûm edilişi, yıkıldığı çoktan unutulan Bodrum Kalesi’ne aylar süren yolculuğu, bu yolculukta yaşadıkları, mavi sürgünü, Bodrum’u yoktan var edişi, derviş misali yaşamı… Tüm bunların ona toplumsal bir karizma sağladığı göz ardı edilemez. Son tahlilde, 60’lı yıllarda çoğu arkadaşının, bilhassa mütercimlerin sudan sebeplerle tutuklandığı, baskının arttığı bir gerçek olsa da Balıkçı’nın üslubuna hâkim olan bir kişi söz konusu iki romanı da kendine has coşkusuyla kaleme aldığını görecektir. Yani zorla yazmamıştır. Neticede, bu iki romanı neden ve hangi amaçla yazdığı, bu metinlerden pişmanlık duyup duymadığı, ketumluğuyla meşhur Balıkçı’yla birlikte bir sırra dönüşmüştür.

Metin Yetkin