15.Eylül.22

Günlükçünün içindekileri olduğu gibi söylemesi bu işin amentüsüdür. Hal böyle olunca, günlük denen metinde şahsi mevzulardan bahsedilmesi doğaldır. Bunu söylemek de bizim incecik boynumuzun borcudur (boyun deyince aklına Sina Akyol gelenler ise ah efendim, işte onlar benim gerçek akrabalarımdır).

Aydın havası yapacağım: Sizi bilmem, benim aklım erdiğinden beri kocaman kafamın içindeki cücük beynimi en çok iştigal eden düşünce ölümdür. Ölüm öyle boktan ve anlamsız bir şeydir ki o kadar olur. Bendeniz, ölümü ve de kendi ölümümü düşünmediğim tek bir gün geçirmemişimdir.

Efendime söyleyeyim, bendeniz bu dünyadaki yerini bir türlü bulamamış, kendini hep yadırgı hisseden biriyimdir. Fakat bazen öyle anlar olur ki insan kendini biraz olsun bu dünyaya yakın hisseder. Dün Bergama’da domuz alanında, BERKSAV’ın kültür sanat ödülünü aldığım an, işte böylesi bir andı. Yalnızlığım biraz olsun geçtiydi.

Bugün kaldığımız yerden devam…

20.Eylül.22

İki esnaf tanıyorum. Her gün görüyorum onları. Birini sabah, birini de öğle araları. Biri kahveci, diğeri bakkal. İkisinin en önemli ortak noktası kravatlı olmaları… İnsanı nefessiz bırakan, boğazına biri yapışmış da boğmaya çalışıyor hissini veren bu Hırvat icadını mecbur bırakılmadığım sürece katiyen takmayan biri olarak, çok ilginç gelir bana bu. Fakat bu iki kravatlı esnaf abimizin tek ortak noktaları kravat takmak değildir. İkisi de ömrü hayatımda gördüğüm en nazik, en kibar esnaflar. Medeniyet yuları, sen nelere kadirsin!

26.Eylül.22

17 Ağustos 2022 tarihli bir haber: “Türkiye Ermeni toplumundan bir isim Cumhuriyet tarihinde ilk kez resmi görev alacak.”

Refik Halid Karay, 1950 senesinin baharında Anadolu seyahatine çıkar. Yeni İstanbul gazetesinin finanse ettiği gezi, “Refik Halid Anadolu’da” başlıklı tefrikaya dönüşecektir. Refik Halid, bazısını –hakikaten de– kırk yıl evvel gördüğü kentlere gider. Gazetede yayımlanan bu yazılar, değerli çevirmen-yazar Tuncay Birkan tarafından “Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu’da” başlıklı kitapta bir araya getirilir. Çok güzel kitaptır, benim gibi gezi yazısıyla başı hoş olmayanların bile kanı kaynayacaktır çünkü söz konusu olan Refik Halid’dir!

Hızlanalım: Bursa seyahati sırasında, Refik Halid eski defterlerden açar. Tam kırk yıl evvel, henüz yirmisinde bir delikanlıyken de gelmiştir Bursa’ya. Pek güzel anlatır.

Hızlanalım: Bir aile dostunda kalırken içtiği su o kadar hoşuna gider ki, bu kaynak suyunun kullanım hakkını, “imtiyazını” almak ister. Valiliğin yolunu tutar başvuru yapmak için. Alır da!

Yavaşlayalım: Suyun sahibi olmak için Vali muaviniyle görüşmüştür. Vali muavinin adı Aristidi Bey’dir. Aristidi Bey, daha sonra mebus ve âyan azası ve en son da Aristidi Paşa olacaktır.

3.Ekim.22

Roberto Bolaño, “Artık 44 yaşımda olduğuma göre, kısa öykü sanatı hakkında bazı tavsiyelerde bulunabilirim,” diyerek 12 maddelik bir tavsiye listesi yapmış. Bazı kitapların okunmasını önermiş ve son maddede şöyle bir bağlama çekmiş: “Anton Çehov ve Raymond Carver’ı da okuyun çünkü ikisinden biri, 20. yüzyılın en iyi yazarı.”

Peki, diğeri? Aslında Bolaño’nun meramı, bu ikisinin “en iyi” olma konusunda birbiriyle yarıştığını, ikisinin de “en iyi” olduğunu anlatmak galiba.

4.Ekim.22

Günay Çetao Kızılırmak’ın ilk öykü kitabı Köstebek Yolları’nı aheste aheste okudum. Ve pek beğendim. Okumaya da yazmaya da hevesimin azaldığı bu günlerde çok iyi geldi bana. Neden? Çünkü usul usul anlatıyor ama derinlikli. Çünkü edebiyatın nasıl büyülü bir şey olduğunu hatırlatıyor. Çünkü insanın kendini bir başkasıymış gibi, başkasını kendisiymiş gibi hissetmesinin en iyi yolu edebiyat ve Günay Çetao Kızılırmak bunu çok iyi başarmış.

Bir yazarın başka bir yazara benzetilmesi sevimsiz bir şey değil (tabii kime benzetildiğiniz çok önemli). Tamamen öznel bir okur deneyimi olarak, Günay Çetao Kızılırmak’ın özellikle bazı metinlerinde Barış Bıçakçı ve Memet Baydur havası aldım ki bu iki yazarı da çok severim. Günay hocamla kısa da olsa sohbet etme imkânım olmuştu, gördüm ki fazlasıyla mütavazı (belki Ankaralı olmaktan, belki Ankaralılıktan) fakat öyküler oldukça iddialı aslında.

İyi bir ilk kitap, iyi bir kitap ve iyi bir öykü kitabı Köstebek Yolları.

6.Ekim.22

Üç film birden –dikkat spoiler içerir–

Speak No Evil: Filmin derdi sarih, hikâyeyi anlatması latif. Ve fakat katledilen çiftin –hele son sahnedeki– kabullenmişliği çıldırtıcı. Recm ettirdiler kendilerini, pes!

Kerr: İç sıkıcı, bunaltıcı olması doğal. İçerikle biçimin uyumu yasası gereği böyle olmalı zaten. Ama aksayan bir şey var filmde. Sanki. Bir kurgu izlerken biraz olsun kaptırmanız gerek kendinizi. Bu mümkün olamıyor Kerr’de.

Ev Hapsi (Delo): Hal-i pürmelalimiz! Mahpus Profesörün annesini oynayan Roza Khayrullina’ya alkışlarım olsun!

12.Ekim.22

Her yazarın yoğurt yiyişi ayrıdır tabii. Ben hem öykü hem de deneme kitaplarımda şöyle bir yol tutturdum şimdiye kadar: Tek tek metinler (ki çoğu dergilerde yayımlanmıştır, yani daha evvel de defalarca okunmuş, üzerine çalışılmıştır) tekrar elden geçirilir önce. Bir süre sonra (ne kadar zaman geçmesi gerektiği birçok etkene bağlı olmakla birlikte en çok da sezgiye ve hevese bağlıdır aslında ve maddi koşullara!) bu ayrı ayrı metinler bir araya getirilerek bir dosya oluşturulur. Sonra zamanı değişkenlik göstermekle birlikte en az bir yıl boyunca bu dosya üzerinden çalışılır metinlere. Hemen her gün kendine bakmak gibidir bu. Aynada kendine bakmak, çekilecek iş değildir ama buna mecburuzdur.

Bu (en az) bir yıl boyunca, hemen her gün o aynaya bakılır. (Bazen birkaç gün, hatta birkaç hafta ara verilerek belki) metinler defalarca okunur, düzeltilir, bozulur, tekrar yazılır, bozulur tekrar yazılır, bozulur tekrar yazılır, haydaa beğenilmeyip ilk haline dönülür bazen. Bazense metnin o eski halinden eser kalmaz, bambaşka bir şeye dönüşür. O kadar uzun zaman hemhal olunur ki bir noktadan sonra metinlerinize dışarıdan bakmak, sanki başka birinin yazdığı bir metne bakarmış gibi bakmak, mümkün hale gelir. İşte o zaman da, bazı günler “vay kerata, ne güzel yazmış!” yorumuyla kendinizden aferin kaparken bazı günler de lanetler işitirsiniz: “Allah seni kahretmesin, böyle mi yazılır bu be!”

Günler geçer… Kendi metninize dışarıdan bakmanın aslında mümkün olmadığı, o saate kadar kendinizi ne de güzel kandırdığınız çıkar ortaya (ortaya çıkaran da sonuçtan etkilenen de sizsizinizdir yine, başkası değil). Bu sefer, okuryazarlığına çok güvendiğiniz bir ya da iki kişiye bu yakında kitap olacak dosyayı okutursunuz. Öyle şeyler söylerler, öyle hatalar bulurlar ki şaşıp kalırsınız. O dosyayı binbeşyüz defa okuduğunuzda nasıl görmediniz o kusurlu yerleri? Potları, kısa kalmış kolları, yanlış yerden teyellediğiniz parçaları nasıl oldu da görmediniz! Bu nasıl mümkün olabilir! İşte burası, bir nevi olgunluğa eriştiğiniz yerdir. Anlarsınız ki yazmak, hiç bitmeyen bir süreçtir. Ve fakat bu aşamada, metinle nihayet vedalaşmak vakti geldiğini anlarsınız artık. Olgunluk bunu gerektirir çünkü, ayrılmayı bilmektir, vedalaşmayı bilmektir. (Tabii işinin ehli dostunuzdan geldikten sonra da, birkaç kez daha okumuşsunuzdur dosyayı.)

Metni yayıncınıza gönderirsiniz. Bundan sonrası sizin işiniz değildir artık.

Evet, doğru tahmin ettiniz, işte bugün denemelerimden oluşan dosyama bye bye çekmişimdir.

Yaklaşık bir yıl önce, başka bir yayıncıya teslim ettiğim diğer dosyam da bir yerlerde matbaaya gideceği günü beklemektedir. Huzurlu muyum? Mutlu muyum? Ne gezer efendim, huzur bizde ne arar!

Heyecanlı mıyım?

Evet!

Hamiş: Bu heyecandan sonra yapılacak en iyi iş, yeni heyecanlar bulmaktır. Yeni hikâyeler kovalamaktan, yeni denemelere girişmekten, yeni metinler yazmaktan daha heyecan verici çok az şey vardır şu dünyada.

Onur Çalı