Roberto Bolaño’nun, farklı söyleşilerinde kendisinin çizdiği otoportresinin sözlük biçiminde sunulduğu Bolaño Sözlüğü, ilk olarak Sıcak Nal dergisinin 2. sayısında (Mayıs-Haziran 2010) yayımlandı. Sözlüğü hazırlayan değerli çevirmen Peral Bayaz’ın izniyle yeniden yayımlıyoruz.

Arjantin: “En kötü yazarların bile doğru yazmayı bildikleri ülke.”
Baba Olmak: “En güzel ve aynı zamanda en korkunç şey, çünkü fazlasıyla kırılgan oluyorsun.”
Başarı: “Edebiyatta olabilecek en beter uyuşturucu.”
Boom: “Hani o boom var ya, hiçbir biçimde onun mirasçısı olarak düşünmüyorum kendimi. Açlıktan ölüyor olsam bile o boom’un en ufak bir sadakasını kabul etmem, gerçi o yazarlardan hâlâ okuduklarım yok değil, Cortázar ya da Bioy gibi. Boom’un mirası ürkütücü. Örneğin, resmi mirasçıları kim? Kim olacak Isabel Allende, Laura Restrepo, Luis Sepúlveda ve birkaçı daha. Bana García Márquez giderek daha çok Santos Chonano ya da Lugones’e benziyor gibi geliyor.”
Borges: “Büyük şair, en büyük öykücü, önemli denemeci olmanın yanı sıra bir mizah yazarıydı, belki de biz Latin Amerikalıların gelmiş geçmiş en iyi mizah yazarımız, hele hele Bioy Caseres’le bir araya geldiğinde. Kısaca, büyük olasılıkla Quevedo’dan sonra İspanyol dilinin en büyük yazarıydı.”
Cinsellik: “İnsanlar cinsellikten söz ederken aptallaşıyorlar. Belki hep aptallardı ama seks insanları daha da aptallaştırıyor. Başlıyorlar kalıplaşmış ısmarlama fikirlerden söz etmeye, ki özünde Tanrı, Kral, Vatan üçlüsünden, ki bu üçlü aslında herkesin bildiği ama tırstığı gibi Korku, Efendi ve Kafes üçlüsü demektir, hiçbir farkı yok.”
Cennet: “Venedik gibi İtalyanlarla dolu bir yer olsun isterim. Kullanılan ve eskiyen bir yer, hiçbir şeyin sonsuza dek dayanmadığını bilmek ve umursamamak.”
Eleştiri: “Ne zaman benim hakkımda birisi kötü konuşsa ağlamaya başlıyorum, yerlere yatıp tepiniyorum, yüzümü gözümü tırmalıyorum, bir süre yazmayı bırakıyorum, iştahım kaçıyor, daha az sigara içiyorum, spor yapıyorum, deniz kıyısında yürüyorum –yeri gelmişken söyleyeyim deniz evime 30 metre–, ataları Ulises’i yiyen balıkları yemiş olan martılara soruyorum: Niye ben, niye ben, onlara ne yaptım ki?”
Elvis: “Elvis forever. Elvis ve altın sesiyle ve şerif façasıyla bir Mustang’ın direksiyonunda haplar yutuyor.”
Futbol: “Futbol oyuncusu olarak deneyimlerim ne seyirciler ne de takım arkadaşlarımca hiçbir zaman doru anlaşılmadı. Bana kendi kaleme gol atmak her zaman daha ilginç geldi. Bir gol, eğer Pele değilseniz, fevkalade bayağı ve tanımadığın, sana hiçbir kötülük yapmamış karşı takımın kalecisine karşı son derece saygısızca bir şey, oysa bir otogol (kendi kalene attığın gol) özgürce bir jest.”
García Márquez: “Bir sürü başkan ve başpiskopos tanımış olmaktan müthiş mutluluk duyan bir adam.”
Güzellik: “Her yerde güzellikler gördüm, hatta güzel olmadığı besbelli olan yerlerde bile, güzellikten yoksun olmada bir şeyler vardı ki, yitik bir varoluşun geride bıraktığı sonsuz hüzün verici boşluk, eksiklik, diyelim ki yitik sesiyle, güzelliğin hayaletini görünür kılıyordu.”
Hayat: “Hayat bir parantezden başka bir şey değil, kocaman bir hiçlikle bir başka kocaman hiçlik arasında kalan oldukça kısa bir parantez.”
İntihal: “İntihalci köy meydanında asılmayı hak ediyor. Bunu Swift söylüyor, ve hepimiz biliyoruz, Swift haklı. Ama şimdilerde intihalcileri asmıyorlar. Tam tersi, burs veriyorlar, ödül veriyorlar, devletin yönetici kadrosuna alıyorlar, en kötü ihtimalle bestseller oluyorlar ya da fikir babası.”
İspanya: “İspanya’ya 1977’de geldim. Aslında İsveç’e gidecektim, orada bir iş ayarlamış gibiydim, ama annem iki yıldır İspanya’da yaşıyordu, geldiğimde çok hastaydı. İyileşmesini bekledim. 1977’de Barselona muhteşemdi, bayram havası esen, her şeyin mümkün olduğu cıvıl cıvıl bir kent. Siyasetle şenlik birbirine karışıyordu, cinsel özgürlük alabildiğine, sürekli bir şeyler yapma arzusu, ki büyük olasılıkla yapaydı, ama yapay ya da gerçek, sonsuz çekiciydi. Benim için yeni bulgulardı ve kente âşık oldum. Barselona’da bildiğimi sandığım ama bilmediğim çok şey öğrendim.”
İşler: “En başarıyla üstesinden geldiğim iş, Barselona yakınlarında bir kamp alanında gece bekçiliği. Bir kişinin linç edilmesini önledim (gerçi sonra kendi ellerimle seve seve linç edebilir ya da boğabilirdim o adamı.)”
Kavga: “Ben, insanoğlunun peşinen yenilgiye mahkûm olduğuna inananlardanım, tamiri kabil olmayan bir yenilgi, yine de çıkıp mücadele etmek gerek, hem de mümkün olabilecek en iyi biçimde, kaçamağa başvurmadan, namusunla, yardım istemeden (ki zaten kimse uzatmaz elini), ve ayakta ölmek, işte bizim zaferimiz.”
Kitaplar: “Cervantes’in Don Quijote’si, Melville’in Moby Dick’i, Borges’in Bütün Eserleri, Cortázar’ın Seksek’i, Kennedy Toole’un Alıklar Birliği, Breton’un Nadja’sı, Jacques Vaché’nin Mektupları, Jarry’nin Kral Übü’sü, Perec’in Yaşam Kullanma Kılavuzu, Kafka’nın Şato’su ile Dava’sı, Lichtenberg’in Aforizmalar’ı, Wittgenstein’ın Tractatus’u, Bioy Cesares’ten Morel’in Buluşu, Petronius’un Satyricon’u, Tito Livio’nun Storia di Roma’sı, Pascal’ın Düşünceler’i.”
Köken: “Yeni Latin Amerika edebiyatı nereden mi doğuyor? Yanıtı çok basit: Korkudan. Bir büroda çalışmak ya da Ahumada Gezisi’nde abur cubur satmak zorunda kalmanın doğurduğu felaket korkudan. Sadece korkuyu gizleyen saygınlık arzusundan. Bilmeyen birisi bizi, durmadan saygınlıktan söz eden New York mafya babalarının bir filminde figüranlar olarak görebilir.”
Okur: “İdeal bir okurum var mı, bilmiyorum. Benim için en iyi okur Mario Santiago olurdu. Ama Mario öldü, suç ortağı bir okur bulma beklentileri de yok oldu. Evet, okura saygılı olmaya çalışıyorum, doğru. Zekâsına hakaret etmeye özen gösteriyorum.”
Ölümsüzlük: “Ben nasıl oluyor da kimi yazarlar hâlâ edebiyatta ölümsüz olunabileceğine inanıyorlar anlamıyorum. Ruhun ölümsüz olduğuna inananları anlıyorum, hatta Cennet ve Cehennem arasındaki o şaşırtıcı durağa, yani Araf’a inananları bile anlayabilirim ama bir yazarın, belli bir edebi yapıtın ölümsüzlüğünden söz ettiğini duyunca içimden suratına iki tokat indirmek geliyor. Yok dövmekten söz etmiyorum, sadece bir tokat atıp, ardından büyük olasılıkla sarılıp teselli ederim, bunu demek istiyorum.”
Özgeçmiş: “İlginç olarak nitelenebilecek özgeçmişler sadece büyük polislerin ya da büyük katillerin özgeçmişleridir, çünkü bir ölçüde insanoğlunun solumak ve bir gün artık solumamak olan yazgısının o can sıkıcı kalıplarını kırarlar.”
Pişmanlık: “Pek çoklar ve benimle yatıp kalkıyorlar, benimle yazıyorlar çünkü benim pişmanlıklarım yazmayı biliyor.”
Siyaset: “Öteden beri politik, solcu elbette, bir yazar olmak istemişimdir, ama solcu politik yazarları hep iğrenç bulurdum.”
Slogan: “Benim sloganım Et in Esparta ego, Et in Arcadia ego değil.”
Sürgün: “Hiçbir zaman kendimi sürgünde hissetmedim. Yabancı, evet, Şili başta olmak üzere her yerde. Çocukluğumdan beri serde ukalalık vardı, bu yüzden çocukluğumdan beri kendimi hep yabancı hissettim.”
Tanınmışlık: “Umurumda değil. Bitmek üzere olan (neyse ki) bu yüzyılın en önemli yazarının adı Franz Kafka’ydı, evinde bile kıymeti bilinmedi, düşünün artık, benim böyle bir aptallıkla uğraşacak halim mi var?”
Yayıncılar: “Tanrı’nın anaları cezalandırmak için yarattığı yayıncıları tanımak talihsizliğine uğradım, öte yandan birkaç, yedi ya da sekiz, sorumlu, biraz hüzünlü (melankoli bu meslektekilerin yaftası gibi), akıllı, yüksek dozda cesaret ve mizah sahibi yayıncılar tanıma şansına da sahip oldum; örneğin daha baştan çok az satacağı bilinen kitapları ve yazarları basan yayıncılar.”
Yazı: “Vatanlar farklı olabilir, ama pasaport tektir, ve bu pasaport açıkça edebiyatın kalitesidir. Bu iyi yazmak demek değil, herhangi biri iyi yazabilir. Öyleyse kaliteli yazı nedir? Ne olacak, öteden beri neyse o: Karanlıklara dalmayı bilmek, kendini boşluğa atabilmek, temelde edebiyatın tehlikeli bir uğraş olduğunu bilmek.”
Zafer: “Zafere inanmıyorum. Biraz aklı olan kimse inanmaz zafere. Zamana inanıyorum. Zaman, gerçek mi değil mi bilinmese de, elle dokunulabilir bir şey, zafer öyle değil. Zafer meydanlarında insan yeryüzündeki en zavallı kişileri bulabilir, ben daha oraya gelmedim, ulaşmayı da midem kaldırmaz.”