Akademisyen-yazar Deniz Yıldırım ile yazma hallerini, öykü kitabı “Mümkün”ü ve yeni tasarılarını konuştuk.
Çağdaş Küçük

Yakın zamanda yazılarınıza son verdiğiniz Cumhuriyet ile başlayalım… Bir zamanlar Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, Cüneyt Arcayürek gibi isimlerin makalelerini okuduğunuz gazetenin sayfaları arasında ilk defa kendi yazınızı gördüğünüzde neler hissettiniz?
Elbette büyük heyecan duydum. Çünkü Cumhuriyet tarihsel gelişim çizgisi bakımından okuruyla yazarını birleştiren, sahip olduğu kararlı aydınlanmacı çizgi nedeniyle okuyanını da yazarını da saldırıları birlikte göğüslemeye iten bir büyük okuldur. Aynı zamanda Cumhuriyet, köy enstitülü öğretmen dedem Mahmut Erol’un gazetesiydi, o okur olarak, ben de yazarı olarak eğitimcilik hayatımız boyunca bu gazeteyle bağımız nedeniyle kendi dönemlerinin baskıcı yöneticileri tarafından tehdit ya da sorun olarak görüldük. Bu anlamda Cumhuriyet benim için kuşaklararası fikir köprüsüydü, devamlılık çizgisiydi. Cumhuriyet’te yazmayı son yazımda açıkladığım nedenlerle bıraksam da Cumhuriyetçilik çizgim ve mücadelem değişmez.
Gelelim kurmacaya… İlki öykü dosyanız “Mümkün”ü kaleme alma süreci nasıl başladı ve nasıl ilerledi?
Eğitim hayatım beni Siyaset Bilimi alanında bir akademisyen olmaya yönlendirse de, toplumsal/kamusal yaşamdan, buradaki sorunlardan hiçbir zaman bağımsız, içinden geçilen dönemin meselelerinden uzak bir “kariyer adası”na hapsetmek istemedim kendimi. Hapsetmedim de. Diğer yandan çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdan itibaren edebiyat benim için başka bir tutkuydu. Önce okur olarak kuşkusuz. Fakat yazmak, elbette edebi anlamda, hep ertelediğim bir tavırdı. Akademik olarak yazıyordum, köşe yazısı yazıyordum, özellikle pandemi döneminde gazetedeki köşemde edebiyat ve sinema aracılığıyla / üzerine / üzerinden dünyayı ve ülkeyi yorumlamaya dönük sistematik bir çabaya da giriştim. Fakat “kurgu”nun hep kıyısından dolaşmak anlamına geliyordu bütün bunlar. Bir yandan da ülkenin yönetilme ve halkın aldatılma sürecindeki taktik ve stratejik kurgular karşısında aklımı ve ruhumu korumak zorundaydım. Dolayısıyla “Mümkün”deki öykülerle birlikte bir yandan bize yukarıdan dayatılan kurgu karşısında halkın farklı kesimlerinin merkezinde yer aldığı başka bir kurguyu öne çıkarmaya, diğer yandan da bu kamusal rolün yanında, kendi ruhumu sağaltmaya çalıştım diyebilirim. Kurgu dediysem, her hikâyenin içinde ya bir karakterin ya bir mekânın ya da bir olayın kıyı şeridi mutlaka gerçeklikle, deneyimle temas halindeydi. Aksi düşünülebilir miydi, onu da bilemiyorum. Ama sonuçta kurgunun, yoktan var etmekten ziyade, var olanı dönüştürmek, değiştirmek anlamına geldiğini düşünüyorum.
Kitabınızdan bağımsız olarak herhangi bir öyküyü yazma süreciniz nasıl başlayıp nasıl ilerliyor, bize bundan bahseder misiniz? Sizi bir öykü yazmaya iten temel güdüler nelerdir?
Yanımda epeyce defter taşırım ben. Uzun süredir böyle. Bir defterin ön tarafında gündelik hayatta karşılaştığım bir gerçekliği, bir olayı, bir kişiyi / davranışı kafamdaki sahneye çıkarır, varabileceği en uç noktalara kadar orada yeniden canlandırır / oynatır ve ona bir hikâye sunmaya çalışırım. Bir insan, bir davranış, bir mekân ya da bir davranmayış, yani eylemsizlik / tepkisizlik biçimidir beni o anda her şeyi bırakıp deftere, kaleme davranmaya iten. Bunlar benim zihnimde parlar, bazen orada kendisine yer tutar, sonra bir başka olay ya da kişiyle buluşurlar. Hepsini mutlaka defterime yazarım, taslaklarım çoktur. Yazma tempom ve üretkenlik bakımından, yazılmayı bekleyen taslaklarımın çok gerisinde olduğumu da söylemeliyim. Korkum, bunların en azından yarısını tamamlayamadan dünya değiştirmektir.
Sonuç olarak bu taslakların birbiriyle iç uyum ve bütünlük taşıdığını düşündüğüm bir bölümünü öncelikle kaleme aldım ve bu öyküleri Mümkün’de topladım. Çünkü karakterlere ve olay örgülerine bakarsanız, Türkiye’nin özellikle son on yılının ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel dönüşümünün sıradan insan üzerindeki tahribatına daha yakından mercek tutmayı amaçladığım rahatlıkla görülebilir. Bu, bireyin devasa ve yozlaşmış bir iktidar aygıtı karşısında yapayalnız kaldığı, sosyal bağlarından, gelecek umutlarından yoksun bırakıldığı, daha fazla sömürüldüğü bir güncel yabancılaşma bilançosudur. İlk dört öyküdeki karakterler birbirinden kopuk gibi görünseler de, yaşadıkları ve karşı karşıya oldukları buhranın altında aynı yabancılaşma, yalnızlaşma ve buna dayalı ruhsal gelgitler vardır. Ben bu ruhsal gelgitli yabancılaşma haline, yazar olarak kendimi Gogol aracılığıyla, daha doğrusu Palto’daki Akaki Akakiyeviç dolayımıyla, gerçek ile gerçeküstü arasında, geçmiş ile bugün arasında, başka bir ülkenin başka bir zaman dilimindeki acılarıyla bu ülkenin güncel zaman dilimi arasında köprü kurarak, biraz da büyülü gerçekçilik akımına selam durarak dahil etmeye çalıştım. Sonda, kitaba adını veren öyküde ise bu yabancılaşma ve bireyleşme hikayesindeki distopik, karanlık yanı diyalektiğe selam durarak, karşı olanaklara yer açarak ütopik bir boyutla değiştirmeye yöneldim. Herkes Mümkün adlı öyküyü zihnindeki katmanlara göre açarak yeniden yorumlayacak elbette, bunu biliyorum. Kimisi siyasal bir alegori olarak bakacak, kimisi daha derinlere dalacak. Okuru bu yönde bir zihinsel çabaya da özellikle teşvik etmek istedim açıkçası.
Başarabildim mi? Bilmiyorum. Başlamayı başarmaktan daha önemli buluyorum şu aşamada. Yok sayılmayı, edebiyat networklerinde, dar mahallelerdeki eş-dost güzellemelerine dayalı gündemlerde yok olmaya tercih ederim yine de.
Sartre günlüklerinde, yazı makinesine karşı olduğunu belirtip yazar elle yazmalıdır diyor. Sizin de bir öykü yazarken taviz vermediğiniz kurallar var mı? Yalnızca dolma kalem kullanmak, sessizlik, geceleri yazmak vb. Ya da yazma sürecini daha keyifli hale getirecek nüanslar?
Açıkçası zihnimde bir öyküye yol açan tüm gelişmeler, gündelik yaşamda karşılaştığım bir olay, kişi ya da davranışla el ele tetikleniyor. Gündelik yaşam ise epey sıkıcı, kaba ve kuralsız. Toplum ve toplumsal davranış biçimleri çözülüyor. Böyle bir ortamda dışarıda, gündelik yaşamda hikâyenin peşine de düşerek ilerlemek, bir tutunma stratejisi gibi geliyor bana uzun zamandır. Dolayısıyla hikâyenin temeli, sessizlikte değil de gürültüde atılıyor. Fakat üzerine tek katlı, bahçeli bir ev kurmaya gelince, sessizlik ve gece daha fazla kıymete biniyor. Gecenin rengi farklı, ışığı farklı, sesi farklı. Düşsel dünyaya girebilmek için gecenin karanlığına, seslerine ve sessizliğine yöneliyorum. İşin özü, bir hikâyeyi gündüz yaşıyor, gece ise yazıyorum. Bu anlamda zaman dilimleri arasında yine de bir zıtlıktan ziyade bütünlük görüyorum. Bunun dışında kalemle gün boyu not alıyor, ana metni yazarken bilgisayarda ise zihnimin akış hızına parmaklarımın yetişebilme şansına teşekkür ediyorum.
Seçme şansınız olsaydı hangi yılların edebiyat ortamında öykü kitabı çıkmış bir yazar olarak yer almak isterdiniz?
Çok açık ki akıllı telefonların henüz gündelik hayatı bu denli ele geçirmediği; görüntünün yazıyı, güncelin kalıcı olanı hedefe koymadığı bir edebiyat ortamında kitaplarımın yayınlanmasını isterdim. Bugün yazar çok, okur az. Kitapların hâlâ okunduğu, elden ele ödünç verildiği, otobüste ya da dolmuşta bir okuru dünyanın tüm yorgunluğundan ve sıradanlığından koparmayı başarabildiği, eleştirinin ve övgünün dengesinin tutturulabildiği bir edebiyat ortamında mesela. Hiç oldu mu, yaşandı mı böyle bir dönem, yoksa icat edilmiş bir geçmiş anlatısına meyledip orta yaşın tehlikeli sularında bir nostalji botuna mı tutunmaya başladım, bunu da bilemiyorum. Öyleyse kestirmeden gideyim, ilk cümleye döneyim: Çok açık ki akıllı telefonların henüz gündelik hayatı bu denli ele geçirmediği; görüntünün yazıyı, güncelin kalıcı olanı hedefe koymadığı bir edebiyat ortamında kitaplarımın yayınlanmasını isterdim.
İmkânınız olsa hangi öykü ya da roman kahramanı ile oturup karşılıklı sohbet etmek isterdiniz?
Dino Buzzati’nin Tatar Çölü adlı romanının bende yeri ayrıdır. Drogo karakteri ile oturup karşılıklı sohbet etmek isterdim. Muhtemelen ona, “akışa kendini kaptırma, sonunda kaybedeceksin” diyecektim ve o da bana yine muhtemelen, “benim gibilerin o yolda ısrar ederek kaybettiğini görmeseydin, sen akışa direniş için yollar aramayı nasıl düşünecektin?” diye yanıt verecekti. Bir öykü ya da roman kahramanı kurgusal olduğuna ve onunla her okur kendi zihninin önceliklerine göre bir iletişim kurduğuna göre, kurguyu böyle bir kurguyla sürdürmeme izin vermenizi dilerim.
Bir makale kaleme almak ile öykü yazmak arasında ne gibi farklılıklar var. Sizde bıraktığı hisler bakımından değerlendirebilir misiniz?
Çok değerli, bu işe yıllarını vermiş öykü yazarlarımız var. Ben bu alandaki yazarlık bakımından yolun başındayım elbette. Fakat akademik makale, kitap, köşe yazısı, deneme gibi birçok farklı türde kalem oynatan biri olduğum için, böyle bir karşılaştırma yapma konusunda, değerli öykü yazarlarımızın affına da sığınarak cesaret buluyorum. Bir makale kaleme almak, bu gündelik ya da akademik bir metin olsun çok fark etmiyor bana kalırsa, bilgileri harmanlama, tekrarlayan olayların biriktirdiği olguları seçme, buna dayalı olarak da sonuçlar çıkarma görevini dayatıyor yazara. Dolayısıyla okurla kurduğunuz ilişki, olguları ve sonuçları somutlama üzerine kurulu. Soyutlama düzeyinizin iyi olması yetmiyor, somutlama okurla ilişkinizi belirliyor. Oysa öykü yazmak bundan farklı bir şey. Burada somutlama ile soyutlama dengesinin soyutlama lehine daha da dönüştüğünü görüyorum. İkincisi, didaktik, sonuçları toplayıp özetleyen bir yaklaşım öyküye zarar veriyor. Öykünün, okuru karakterleri, olay örgüsünü, mekanları zihninde canlandırmaya, kendi hayat ve hayal tecrübesinin içinde her şeyi yeniden anlamlandırmaya davet eden bir yapısının olması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden yazarın elinden çıkan öykü tekse de, onun anlamlandırılma biçimi okuyan sayısı kadar çok. Dolayısıyla öykü ya da roman gibi kurgusal eserler açık biçimde yazarla okur arasındaki ilişkiyi daha iç içe, daha karşılıklı ve katılımcı bir şekle sokuyor kanaatimce. Bu açıdan bir makale kaleme almaktansa edebi bir kurguya odaklanmak beni daha fazla heyecanlandırıyor uzun süredir.
Elinizde bir roman taslağı olduğunu biliyoruz. Öykü ve roman yazmak arasındaki farklılık ve benzerliklerden bahsedebilir misiniz?
Elimde birkaç roman taslağı var. Fakat ilginç bir biçimde baş karakteri aynı. Seri roman diyebiliriz bunlara ya da novella, zaman gösterecek. Hikâyelerin bir bölümü yurtdışında geçiyor. Bir bölümü ise İzmir ile Karadeniz arasında gidip geliyor. Mekânsal, coğrafi geçişliliklere, zamansal geçişlilikler ve bulanıklıklar kadar önem veriyorum. Başkarakterin adı Yelkovan. Şimdilik sadece bu kadar ipucu verebilirim. Umarım ilkini yıl bitmeden tamamlayabilirim.
Öykü ve roman yazmak arasındaki farklara ve benzerliklere gelince. Öykünün odağı, zamanı, mekanı ile romanın farklı bana göre. En azından odak noktaları. Öykü çoğu zaman roman türüyle kısalık-uzunluk üzerinden kıyaslansa da, asıl ayıran yönü nicel değil, nitel. Öykü, herkesin görmediği, sıradan olan içindeki cevheri bize görünür kılabildiği oranda başarıya ulaşıyor. Roman ise, olguyu daha geniş bir alana yayarak ve farklı karakterlerin, olay örgülerinin etkileşiminde harmanlayarak öyküdeki dikkatli bakış açısını çeşitlendirmeye çağırıyor. Bu yüzden her romanın içinde birçok öykü çekirdeği, her öykünün içinde de bir roman filizi görünüyor. Bu da beni son zamanlarda giderek öykü ile roman ayrımı üzerinden düşünmek yerine, novella türünde bu ikisini harmanlama fikrine itiyor.
Son olarak size Türkçede yazılmış en büyük on romanı sorsam?
Hakikaten çok zor soru. Ayırmak, böyle listeler yapmak beni hep başkalarına haksızlık yapmışım hissiyle baş başa bırakıyor. Geçmişte böyle hissettim, o yüzden bu soruda affımı istiyorum.