1944 doğumlu Necati Tosuner’in ilk öykü kitabı Özgürlük Masalı’nın yayımlanmasının üzerinden 57 yıl geçmiş. Altmış yıla yayılan edebiyat yaşamına sekiz roman, on öykü, bir deneme, yedi çocuk kitabı, bir tiyatro oyunu sığdıran Tosuner, aynı zamanda gönüllerin ve ödüllerin yazarı olmayı başardı.

TRT 1971 Sanat Ödülleri Yarışması başarı ödülü, 1978’de TDK Roman Ödülü, 1997’de Haldun Taner Öykü Ödülü, 1999’da Sait Faik Hikâye Armağanı, 2006’da Ömer Asım Aksoy Deneme Ödülü, 2008’de Attila İlhan Roman Ödülü, 2011’de Türkan Saylan Jüri Özel Ödülü başta olmak üzere çeşitli onur ödüllerine de layık görülen Tosuner’in Salgında Öyküler adlı kitabı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından Ağustos 2022’de okurlarıyla buluşturuldu.

İsmiyle müstesna yirmi iki öykünün bulunduğu kitabını, –okurunun gözlerini yaşartmayı göze olarak– bir saygı duruşu niteliğindeki şu sözleriyle sağlık çalışanlarına ithaf etmiş Necati Tosuner:

“Emek ve insanlık değerini bilenlere. Milyonlar versen yapılmaz işi, üç beş kuruşa üstlenenlere. Bundan asla gocunmayanlara. Onlara, insanlığın yüz akı olanlara. Kendi sağlıklarını hiçe sayanlara. Tanımadığı bir başkası için üstelik, sevdiklerinden tümüyle ayrılmayı göze alanlara. Daha doymadan, hiç doyamadan dünyaya, kendilerini gelecek için sevinçle ölüme bırakanlara bir selam olarak… Saygıyla. Sevgiyle. Hayranlıkla.”

Salgının insan yaşamını işgal ettiği ve toplu ölümlerin gün günden çoğaldığı zamanlarda, yitirilen umudu belli ki kaleminin ucuyla yakalamaya çalışanlardan olmuş Tosuner. Onun öykülerinde yılların birikimi, yasaklarla yalnızlaştırılan bireylerin hanesinde giderek suskun günlere evrilir. Azalmayı seven günler kapımızın önünden geçip giderken, ışıltısız yalnızlığa inat sancılarını yazarak dindirmiştir o. Hem yalnızlık hem yaşlılık günlerindeki çaresizlik, bir tren hızıyla çıkagelmiştir hayatlarımıza. Bu kitap, her şeye karşın bir umut yeşertisi ve bu umudun yeşertisini ne yapıp edip dört duvar arasında arayıp bulmanın bir neticesi gibi duruyor bugün karşımızda. Belki de asıl güzellik, sonunda günlük güneşlik bir sevince dönüşen yazma sancısında değil de yazabilme becerisinde ve cesaretinde gizlidir. Tosuner’in yazarlığı için muhakkak ki öyledir.

Bir taşkın gibi tüm yaşamı kaplayan bıkkınlık, can sıkıntısı, bunaltı, yalnızlık, durgunluk, yorgunluk, bezginlik gibi sözcüklerin sık tekrarlarla dile getirildiği öykülerde yeni günah biçimlerinin doğuşuna tanıklık ederiz. Bir mikrop karşısındaki yenilgimizin simgelerinden biri olan maske ticaretine başlayanların, kural tanımazların, bunu kurnazlık sayanların ince bir ironiyle eleştirildiği bölümlerde maskelenen gülümsemeler, maskelenen gerçekler ve maskelenen sayılardan da söz edilir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi açlık korkusuyla çöplerden bir şeyler toplayarak geçinmek de yasaklanmıştır. İşte bu gelir/geçim adaletsizliği karşısındaki isyanını “Korona az bu dünyaya!” cümlesiyle dile döker yazar. Onun anlatımıyla, “Değer yargılarının yıpranmasıyla umutsuzluk çoğalıyor, iyimserliği koruma çabası bir saçmalığa dönüşüyordu.”

Necati Tosuner (Fotoğraf: Muhsin Akgün)

Son yıllarda insanlığın yaşadığı bu ortak dert ancak kâbuslara yaraşırken, Tosuner’e göre “Yok, uyurken görülmüş bir düş değildi bu.” Umudu hep dışarıda aramış olanlar için bile gidecek hiçbir yer kalmamış, gerçeğin çıkmazı yine gerçeğin ta kendisine dönüşmüşken, ancak düşsel seyahatlere çıkabilenler tüm bunların ötesine geçebilmeyi başarabilirdi. İşte o noktada yazarın çocukluğuna doğru çıktığı yolculuk, –güzel gerçeklerin geçiciliği kısa sürse de– anayurdunda, ana kucağında son buldu. O büyük yeşilliğin ortasında yere serili çaputtan dokuma bir yaygı üstünde kendi suskunluklarına körebe oynattıkları sırada bir martı, “süzülgen uçuşla” geçip gitti yanlarından.

Zil sesinden uzak kalan çocuklarla çocuk seslerinden yoksun kalan sokaklar aynı kaderi paylaşırken, her yerde silinmişliğin izleri duruyordu. Dışarıya çıkılabilen saatlerde bisikletten düşmenin sevinci yaşanıyor, maskelerin altındaki gülüşler yavaş yavaş beliriyordu. O sevgili kadının sevinç veren arayışları bu kez özlemsiz, maskesiz bir randevunun habercisine dönüşüverdi:

“Sonra göründü onun uzaktan yavaş yavaş gelişi. Coşkunluktan bir coşkunluk seç bakalım… Hemen pencerenin bir kanadını açıp, ben buradayım yaptım. Gelip karşıda durdu, bana baktı oradan. Saçlarında güneş… Yorgun bir sevgili duruşu: Sessiz ve altyazısız.”

Kırk birinci evlilik yıldönümlerini ama yirmi altı yıllık ayrılıklarını yaşayan yazara göre, herkes “onun” ne çok sevildiğini bilsindi! Sonra izin günlerinde tekrarlanan o buluşmalarda, ara sıra lafa karışan bir kumru sesi de duyuluyordu. Her ötüşünde, yoksunluklardan damıtıla damıtıla üretilen umutların ve sevginin vardığı bir çıkmaz sokakta, başka bir sokağa bakan pencerenin aydınlığında şarkısını yalnız onlar için söyledi: “Ama onunla birlikte olmanın yaşanılmış ve unutulmamış bir sevinci vardı. Onu yeniden yaşamak için sürünmeye bile katlanırdı insan.”

“Koronodan önce, koronodan sonra” diye adlandırdığımız bir çağın yılgın insanları olarak, hızla yitirdiğimiz yaşama sevincinin yerinde kalan o kuruluk ve sığlıkla baş edebilmenin tek yolu, bugün eksilen umutların yerine yeni bir umut yeşertmekten geçiyor. Şu günler geçip gitse de bu yaşanılmışları, çekilen acıları, yitip gidenleri unutmamak için… Bir gün karşımıza yeniden dikilmeyeceği belli olmayan başka salgınların, saldırıların yaratacağı umutsuzluk ve çaresizlik karşısında yaşam yolunda dirençle yürüyebilmek için… Bir sevgilinin getirdiği o morsalkım kalsındı bardakta, şöyle masanın üstünde, göz önünde bir yerde!

Esme Aras