Athena, Fransız yönetmen Romain Gavras’ın filmi. Romain Gavras, siyasi filmlerin meşhur yönetmeni Costa-Gavras’ın oğlu. Ve bu filmiyle babasının izinden gideceği izlenimi veriyor (Daha önceki çalışmalarını bilmediğim için sırf bu çalışmasından yola çıkarak söylüyorum.) Babası kadar başarılı olur mu, zaman gösterecek.
Athena, özellikle açılış sahnesiyle izleyenleri adeta soluksuz bırakıyor. Tek bir plandan oluşan uzun bir sekansla başlıyor film. Önceden herhangi bir girizgâh yapılmadan doğrudan hikâyenin içine fırlatıyor izleyiciyi. Ve 1 saat 39 dakika boyunca soluksuz hikâyenin içinde savrulup duruyor. Hiç bilgisayar efekti kullanılmadığı halde, gerçek bir savaşın ortasındaymışız hissi veriyor (Gerçi çoğumuz bu hisse epey aşinayız). Yakın plan çekimleriyle oyuncuların yüzündeki her kıvrım, yaşanan trajedinin taraflar üzerinde bıraktığı acıya, şaşkınlığa izleyiciyi de ortak ediyor.

Filmin konusu kısaca şöyle: 13 yaşındaki Cezayir asıllı İdir’in polis tarafından dövülerek öldürüldüğü görüntüler sosyal medyayı sallamıştır. İki ay içinde yaşanan üçüncü polis şiddetidir bu ve İçişleri Bakanlığından son olayla ilgili herhangi bir açıklama yapılmamıştır henüz.
Açılış sekansında, kalabalık gazeteci ordusunun karşısında İdir’in abisi Fransız askeri Abdel (Dali Benssalah) vardır. “Kardeşim dün gece saat 00.30’da öldü,” der. “Öldürüldü,” demez, “öldü,” der. Ertesi gün yapılacak anma etkinliğinde herkesi sakin ve sağduyulu olmaya çağırır. O esnada Abdel’in dedesinin de Fransız ordusundaki Cezayirli piyadelerden biri olduğunu öğreniriz. Hem Abdel’in hem de dedesinin Fransa’nın hizmetinde olması İdır’ı polis şiddetinden ve sonradan iddia edildiği gibi olayın esas faili olan aşırı sağcıların nefretinden koruyamamıştır. Bu hikâyeye aşinayız, çünkü aşırı baskıya dayanamayıp kardeşini satma uğruna celladının safında yer alan ama buna rağmen onun hışmından kurtulamayan sayısız örnekle dolu dünya.
Kamera yakın planla Abdel’i ve gazeteci kalabalığını aşıp kardeşi Karim’le (Sami Slimane) başbaşa bırakır bizi. Abdel’in aksine yüzünde sadece acı değil, derin bir öfke de vardır Karim’in. Elindeki molotofu ateşler ve polis kalabalığının ortasına fırlatır. Herkesin çil yavrusu gibi dağıldığı yangının orta yerinde, polis merkezini arkadaşlarıyla basıp bir kasa silah, hatta kask ve telsiz bile alıp polis minibüsüyle Athena’ya gelir. Böylece büyük bir savaşın fitilini ateşler. Athena, yoksul göçmenlerin yaşadığı bir gettodur. Ve filmin tek mekânıdır. Hatta sadece mekân değil, filmin en önemli karakterlerinden biridir neredeyse. Athena rastgele seçilen bir isim değildir zannımca. Zeus’un Bilge Metis’ten olan savaş tanrıçası kızıdır Athena. Ortalık bir Yunan trajedisini andırır zaten. Athena burada Troya Savaşındaki gibi ortalığı mı karıştıracak, yoksa Odysseia’daki gibi Odysseus’un yurduna ve sevdiklerine kavuşması için çaba mı gösterecek?
Bu andan itibaren sadece polisle yoksul göçmenlerin savaşına değil, aynı zamanda kardeş olan Abdel ve Karim’in de savaşına tanık oluruz. Karim’in aksine Abdel, tüm olanlara rağmen ısrarla, legal çerçevede hareket etmeyi ve beklemeyi tercih eder. Ama onun bu legal davranma ısrarı ikinci kardeşini de yitirmesine engel olmaz. Hatta buna sebep olur. Karim, abisi Abdel’i bile safına çekemediği halde etrafında çok kalabalık ve öfkeli bir isyancı grubu vardır. Athena’nın duvarlarında, yanındaki öfkeli ve kararlı kalabalıkla Truva surlarındaki Hektor’u andırmaktadır. İdır’ın ölümü bu kalabalık için bardağı taşıran damla mıdır, yoksa yaşadıkları adaletsizliği fark ettikleri ilk kıvılcım mı bilemiyoruz. Karim hangi ara yoksul göçmenler üzerinde bu kadar etkili oldu, onu da bilmiyoruz. Ama anlayamadığım bir durum da şu: O öfkeli genç isyancıların hepsi neden erkek? Kadın neden yok? “Jin, jiyan, azadi” seslerinin ortalığı inlettiği günlerde böyle bir eksiklik daha çok rahatsız ediyor.
Korkunç bir adaletsizlik fışkırıyor her taraftan. Bu adaletsizliğe, bu zulme karşı, “evet, isyan” verilebilecek tek tepkidir belki de.

Avrupa’da faşist partilerin iktidara gelmeye başlaması, İran’daki gerici ve zorba rejimin hem kadınları hem Kürtleri katletmesi, dünyanın dört bir yanında polis şiddetine maruz kalan ötekiler için adaletin bir türlü tecelli etmemesi (Onur Yaser Can’ın davasında yine adalet çıkmadı) insanların yerinden yurdundan edilmesi karşısında isyan etmeden nasıl baş edilir bilemiyorum. Ya da, “Hâlâ neden katlanılıyor bu çağın barbarlığına?” diye sormak daha önemli bir soru zannımca. Agamben’in “Tanık ve Arşiv” kitabında aktardığına göre Auschwitz’den kurtulan Grete Salus şöyle diyordu: “İnsan katlanabileceği her şeye katlanmamalıdır asla.”
Karim, tüm ısrarına rağmen kendisine katil polislerin ismi verilmeyince bir polisi kaçırmayı planlar. Kaçırılacak polisin masum yüzlü, o kaosun içinde yerini yadırgayan, en sert anlarda bile jopuna davranmadığı için farkında olmadan şefkatimizi kazanan ikiz çocuk babası Jerome (Antony Bajon) olmasından korkuyoruz. Çünkü bilirsiniz, polislerin küçük çocukları vardır ve eşleri de genelde hamiledir. Zaten filmin sonunda katilin polis çıkmaması büyük bir polis aklayıcılığı zannımca. Nedense esas katil olan ırkçılar da bulunmaz. Ve hikâye mutsuz başladığı gibi mutsuz biter. Cezayir’de ağır bedellerle Fransızları kovan Cezayirliler esas Fransa’da yenilirler. Her saldırdığında polisi Athena’dan püskürtmeyi başaran isyancılar, filmin sonunda neden kuzuya dönerler anlamak çok güç. Bu durumu, yönetmenin çıkardığı yangına rağmen politik bilincinin eksikliğine mi bağlamalı, yoksa artık çıkışın kalmadığına olan inancına mı, bilemiyorum. Cezayirli yoksul ailenin kaderiyle dünyanın kaderi aynı belki. İdır katledilir; uyuşturucu ticareti yapan büyük abi Moktar, kardeşinin katledilmesiyle başlayan isyanlar işini tehlikeye soktuğu için öfkelidir; ortanca abi Abdel tüm saflığıyla adaletin sağlanacağına inanır; küçük abi Karim isyan eder ve abilerinden destek görmez… Bu küçük aile, insanların dünyanın dört bir tarafında gördüğü zulme rağmen neden bir araya gelmedikleri, neden birlikte mücadele etmedikleri hakkında da bize bir fikir veriyor.
Film görselliğiyle nefesleri kesse de hikâye zaman zaman boşlukta ve sürüncemede kalmış. Filmin görselliğinin yanında övgüyü hak eden bir diğer husus da enfes müzikleridir. Ve şimdiden benim için başucu müzikleri olmaya aday.
Roza Alkan