Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?
Uzun bir süreç bu benim için. Kitap çevirisi yaptığım için yazmayı bir ömür erteleyebilirdim de belki çünkü çeviri yetiyordu bana, çünkü içimdeki bir şeyleri dile getirmekten çok dilin kendisiyle uğraşmaktı zaten sevdiğim. Sonra bir şey oldu: bir kızım oldu. Çeviride zorlandığım bir döneme girdim, daha az zevk aldığım, başımın artık çokça ağrıdığı, zaman yaratmanın, yoğunlaşmanın ıstıraba dönüştüğü. İlk başta ısrarla çeviri yapmayı sürdürdüm, bana ölüm kalım meselesi gibi geliyordu bu, “bırakırsam yandım” diye düşünüyordum – böyle anlamlar biçen biriyim hayata maalesef. Ne var ki olan oldu, yavaş yavaş gücüm tükenmeye başladı, çeviriyi tam olarak bırakmadıysam da bir sabah çok yorgun bir insan olarak uyandım. Yorgun ve anlamı yitirmiş. O sıralarda bir arkadaşımla yazışmaya başlamıştık. Bana oldum olası mektup hayattaki en güzel yazmak gibi gelir ve bu arkadaşımla o zaman dünyaları yazdık birbirimize. Sonra bu macera da bitti ve şimdi düşününce görüyorum ki ben bir tür boşluğa düşmüşüm o zaman. Çeviresim yok, mektup yazacak kimse yok, “ah vakti yok kimselerin…” ve daha bir sürü şey… Kendi kendime yazmak kaldı geriye. Bir süre gelişigüzel yazdım. Küçük adam ve kadınlar çıktıkça şaşırıyordum içimden. O sırada pandemi başlamıştı ve yoğunlaşmak için zaman bulabildim. Sonra kitap olmasını istedim. Herhalde kendime bir hediye vermek istedim. Böyle gelişti olaylar.
Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?
Bilmiyorum. Aslında tür olarak öyküye özel bir düşkünlüğüm yoktu. Yazdıklarımı okuyanlardan da “bunlar pek öykü gibi değil” yorumları aldım ve alıyorum zaten. Yazdıklarımda bir sınırsızlık ve taşkınlık ve bunlardan kaynaklandığını zannettiğim bir okunaksızlık seziyordum. Tür konusu da o zaman düştü gündemime. Bu bana da saçma geldi, zira yıllardır öykü okuyorum ve çokça da çevirdim ama alıcı gözüyle okumamışım demek. Ben de türün içine girmek için teorik bir şeyler okudum, bir atölyeye yazıldım, eleştirileri anladım, yazdıklarımı –hiç değilse anlaşılır kılmak için– elimden geldiğince işledim, ama hâlâ tam olarak ayak uyduramıyorum öğrendiklerime.
Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?
Galiba çeviriden geldiğim için pek bir şey çekmedim. İletişim Yayınları dosyayı önerdiğim ikinci yayıneviydi ve kısa sürede “tamam” dediler. Bundan biraz utanmıyor değilim çünkü belirli bir süre sürünmem gerekirdi belki ama benim de böyle gelişti işte hayatım. Aslında çok uzun süre sürünecek kadar gücüm de yoktu, moralim bozulup vazgeçerdim herhalde birkaç kapıdan daha dönsem. O vazgeçişten vazgeçmelerim de ayrı bir zaman alırdı…
Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?
Evet. Emre Bayın’la çalıştık. İşe sakince ve büyütmeden yaklaşması bendeki anormal bir şeye cüret etmişim sanrısının mahcubiyetini dindirdi. Düzenli olarak “olmadı bu öyküler” bunalımına girdiğim için editörden de ilk beklentim moralmiş demek. Birçok safsata da yakalamıştır elbet yazdıklarımda. Genel olarak huzurlu bir süreçti benim için, sağolsun editör arkadaşım.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?
Yeni bir ev oldu sanki, içinde yaşanması ve ilgilenilmesi gereken… bazı zahmetler karşılığında biraz da olsa iyi hissedebileceğiniz bir köşe. Küçük bir çatı katı, yalnız kalınabilecek, kalmayı gerektiren bir mekân. (Sadece imgesel olarak, gerçekte öyle bir mekânım yok.) Kitabın okunmasını ummuştum, iyi kötü okunuyor bence. Eleştirilmemesini ummuştum, pek eleştirilmiyor. Başka bir şey yazma isteği uyandırmasını istemiştim, uyandırdı. Bazı hayalkırıklıkları ve anlamsızlık hislerinden kurtulmayı ummuştum, kurtulamadım.
Telif aldınız mı?
Aldım.
Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?
Dosyadaki öyküleri yıllarca yazdım ama eş dost dışında kimseye okutmadım. (Bazı eş ve dostların epeyi başını şişirdim.) Biraz olgunlaşınca, evvelce çeviriler de yaptığım Notos’a kitaptaki öykülerden biri olan Doktor ve Ben’i gönderdim. Daha çok “olmuş mu?” diye sormak için. Sağolsunlar, yayımladılar ve bu bana iyi geldi çok. Sonsuza kadar havalarda uçulmayacağı, aşağıda bir kara olduğu ve yere inip karnımızı doyurabileceğimiz düşüncesi güzeldi.
Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?
Bana hep “zaten yazar bu bir gün” gözüyle bakardı insanlar. Ama çevremde yazdıklarımı çok da sevmeyenler oldu, daha da olacaktır çünkü insanlar daha büyük veya daha özel bir şeyler bekliyor, sizse epeyi küçük bir şeye zaten güçlükle soyunmuş oluyorsunuz. Özgürlük diye bir şey yok, geçen bir arkadaşıma yazarken durumu şöyle tarif etmiştim: son hızla akan bir nehirde istifimi bozmadan, çay filan içmeye çalışarak yazıyorum. Tam olarak bu. Her an akıntıya kapılıp gidebilirim. Dahası her an insanlık olarak benzersiz bir altüst oluş dönemine girebiliriz (girdik de zaten ama boyutları çok çok genişleyebilir bunun) ve hiçbir şeyin kıymeti kalmaz. Şimdilik, diyeceğim, çevirmeye vakit olmadığı gibi yazmaya da yok. Heves geçene ya da benden geçene ya da dünya elimizde patlayana kadar ne koparabilirsem kârdır diye düşünüyorum.
Peki, bundan sonra?
Bu soruyu demin cevaplamış oldum. Heves geçene ya da benden geçene kadar devam… : )