“Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”, “Kıyıdakiler” ve “Kök” filmlerinin senaristi Ceyda Aşar’ın kaleme aldığı “Fena Şeyler, Mutlu Sonlar” adlı romanı geçtiğimiz günlerde Karakarga Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Yazarlığın öncesinde uzun yıllar editörlük ve oyunculuk yapmış bir isim olan Aşar bu romanında Zeynep ve Berna adlı iki kızkardeşin yolculuğunu, geçmişi ve travmatik kimi olayları konu ediniyor.

“Fena Şeyler, Mutlu Sonlar” okurlarıyla yeni yeni buluşurken biz de Aşar’a sorularımızı yönelttik. Kendisine romanın nasıl ortaya çıktığını, toplumsal ve bireysel travmalarımızı ve senaryonun edebiyatla olan ilişkisini sorduk.

Okan Çil

“İÇİMİZDE SÜREKLİ BİZİ TANIMLAYAN BİR ANLATICI VAR”

“Fena Şeyler, Mutlu Sonlar” nasıl ortaya çıktı? Kitabın yazım sürecinde yaşadıklarınızı bizimle paylaşır mısınız?

İlham gelmesini bekleyecek lüksü olmayan, gündelik bir işçiyim aslında. İşim, mesleğim sürekli hikâyeler türetmek ve karakter yaratmak. Bu mesleki yorgunluk içinde bir hikâyeyi sadece kendime saklamak istedim, senaryoların “yapımcı, mecra beğenisi” kriterlerini gözetmeden, bir baskı yaşamadan, ağır ağır pişirmek istedim. Yarım bıraktığım öykü dosyamdaki birkaç hikâye ile bağımı koparmadım. Böylece, “Fena Şeyler, Mutlu Sonlar” hikâyesini kenara ayırdım. Kendime sorduğum soru şu oldu: Zaman geçecek, bu hikâyeye dair ilk günkü heyecanını ve arzunu koruyabilecek misin? Sabırla devam edeceğimden emindim çünkü her ne kadar kendi yaşadığım bir travma olmasa da romanın finalinde ortaya çıkacak olan o sır, hayatta en çok isyan ettiğim, öfkelendiğim mevzuların başında geliyor. İsyan edip değişen dönüşen kadın karakterler de her zaman ilgimi çekiyor. Yaklaşık 4-5 yıllık süre içinde, işten güçten fırsat buldukça notlar aldım, 80-90 dönemine dair kitaplar okudum, müzeci titizliğiyle dönemin nesnelerini listeleyip, kurguyla tutarlı olanları, duygu ve duyu hafızasını harekete geçirenleri seçip diğerlerini eledim. Kasabada yaşamadığım için kasaba kültürüne dair okumalar yaptım, biraz gezdim, o dönemin Ankara’sını da bilmiyordum, araştırdım. Dört koca not defteri tamamlandığında, roman da bitmişti.

Geçmişte yaşananlar yüzünden birbirlerinden ayrı düşen iki kız kardeşin yolculuğuyla başlıyor her şey. Zeynep ve Berna güneye değil, aslında geçmişe gidiyorlar. Peki bizi biz yapan şey geçmişimiz midir?

Geçmişin de ötesine geçmeye çalışıyorum aslında. Mesele tam olarak geçmiş değil de o geçmişi nasıl kurguladığımız, nasıl hatırladığımız. Yuval Noah Harari, aslında gelecek teknolojileri üzerine ihtimallerden söz ederken, en önemli noktaya döner. Zihin bilgisayarının “ben” denilen ürünü yaratımına: “Kendimizi anlamak için atılması gereken önemli adımlardan biri ‘benlik’ denilen şeyin, zihnimizin karmaşık mekanizmaları tarafından durmadan üretilen, yenilenen ve yeniden yazılan bir kurmaca olduğunu kabul etmektir,” der. İçimizde sürekli bizi tanımlayan bir anlatıcı vardır. Peki ama bu anlatıcı tam ve mutlak bir gerçeklikten mi beslenir yoksa onu yaratır mı? İnsanı insan yapan, özünü oluşturan düşünmek değil de hatırlamak mıdır? Neyi, neden ve nasıl unuturuz? Hafızanın etkin bir arayış, aktif bir eylem olduğu fikriyle yola çıktım. Bir yerde ana karakter Zeynep şöyle diyor: “Belki de hiçbir şey hatırladığımız gibi değildi, sonradan kurguladıklarımızla sonsuz bir değişim içindeydi.” 

“İYİLEŞMEK ANCAK YÜZLEŞMELERLE MÜMKÜNDÜR”

Romanın öne çıkan temalarından biri de hafıza. Zeynep ve Berna olanı biteni hatırlamaya çalıştıkça ortaya bambaşka şeyler çıkıyor. Hatırlamak sorumluluk gerektirdiği için mi bu denli zor, bu denli acılıdır? İnsan acılarından neden böylesine kaçar?

İnkâr, çok başarılı bir savunma mekanizmasıdır. “İnsan, yanılgılar içinde debelenen bir mahlûkat… Çevresini sürekli kendi düşüncelerine göre eğip büken, gerçeği apaçık görmemek için dolambaçlı yollar yaratmakta usta bir ahmak…” diyor bir yerde anlatıcı ana karakterimiz. Hatırlanmayanlar insanın gölgesi olarak büyür, gelişir, ne kadar görmezden gelirsek o kadar güçlenir, içimizdeki baş düşmana dönüşür. İyileşmek ancak yüzleşmelerle mümkündür. “Hasta olmak/iyileşmek” romandaki tüm karakterlere sirayet eden bir kavram, mecaz ve duygu durumu. Anne karakterinin sebebi bilinmeyen o sürekli hasta halinden başlayıp, evinden ve Ankara’dan çıkamayan Zeynep karakterine, Fidanlı kasabasının ve kasabalıların hastalıklı gibi görünen tavırlarına, hafıza kaybı yaşayarak suçlarından kaçmaya çalışan adamlara kadar… “Mücevher gibi bir mana olgunlaşıp pat diye odanın ortasına düşüverdi. Biz iki kız kardeş, ömrümüz boyunca üşümüştük, ölü güvelerin, balçık karların, delik patiklerin, devrik sobaların, bozuk elektrikli battaniyelerin ortasında büyümüştük, yamalarla avunmuş, battaniyelerle sarmalanmıştık ama hepsi nafileydi… Soğuğun gerçek sebebini aramamıştık çünkü, bir bulsak çığlıklarımız dinecek, sayıklamalar, kekemelikler, karabasan Uzun Gölge’ler çekip gidecekti,” diyor ana karakter. Böylece gerçeği keşif için cesaret kazanıp iç yolculuğuna çıkıyor. 

Romanda bireysel travmalarla toplumsal travmalar iç içe anlatılmış. Ülkemizde ikisinin de sürüsüne bereket olduğunu düşünürsek, birbirini besleyen bu kısırdöngüye dair neler söylemek istersiniz?

“Küçük bir sahil kasabasını ve koca bir ülkeyi kadavra parçalarına ayıracaktım,” diyerek başlıyor anlatmaya… “Yangın… Yıllar önce, küçük bir kıvılcım sıçramış sobadan. Yıllar önce… Aman yangın çıkmasın diye diye gizlemişiz kıvılcımı. Öyle gizlemişiz ki hiç farkında olmadan, odalardan odalara, evimize, sokağımıza sıçramış. Hiç farkına varmadan kül olmuşuz. Bizle birlikte bütün ülke yanmış.” diyor bir yerde ana karakter. Fidanlı kasabası, 80’lerin ülkesi, karakterin dehlizli zihni, anne-babasına dair anılarından oluşan ailesi hepsi aynı yeri işaret ediyor: Hafıza mekânlarını. Ülkeler ve devletler unutarak ve unutturarak kendini var eden ya da baskın ideolojiye uygun düşen kurmaca hikâyeler yazarken, kasabalar, hesaplaşmaların üstünün kapatıldığı mekânlardır. En küçük faşist birim olarak aile, hâkim kişinin kurguladığı sahte bir aile albümü sergiler. İnsan zihni ise geçeği eğip bükerek kendini korumayı sağlıksız bir şekilde öğrenmiştir. Böylece romanda hepsi bir araya geliyor ama kısır döngüyü bozmaya, unutmanın gücünü yıkmaya, can yakmaya doğru isyankâr bir rotaya sapıyoruz. 

“SENARYO YAPILARINDAN ROMANA AKTARDIĞIM PEK ÇOK ALIŞKANLIK VAR”

Karakter yaratımınız da mekân ve atmosfer yaratımı kadar derinlikli. Uzun zamandır senaristlik yapan biri olarak karakter ve mekân yaratımında nelere dikkat ettiğinizi bize anlatır mısınız?

On yıl kadar profesyonel olarak oyunculuk yaptım. “Sıcak Sandalye” denilen psikodramadan beslenen bir yöntem vardır. Yaratacağınız karakterlere dair soruların sorulduğu. Bu yöntemi yazarlıkta kullanıyorum. O karakter olup hayal gücümü devreye sokarak evini görüyorum, ruh halini ve zihnini “içten dışa” yöntemiyle geliştiriyorum. Gerek kendi senaryolarımda, gerek senaryo doktorluğu yaptığım filmlerde düşmemeye gayret ettiğim en büyük hata, sebep sonuç bağlantılarının zayıf olması ve “yazar/kurgu öyle istediği için” karakterlerin konuşmaları ya da eyleme geçmeleridir. Gerçekçi bir yapıda en ufak bir inandırıcılık hatası affedilemez. Karşı-gerçekçi bir yapıda ise felsefeyi söze dökme gayreti büyük bir acemiliktir. İki temel şeyi görebilince artık karakter kanlı canlı oluyor benim için. Bu karakter baskı altındayken ne yapar ve bu karakter içten içe neye inanır? Bu ikisi, gerçek hayatta da bir insanı tanımanın yegâne yoludur. Bir baskıyla karşılaştığımızda anlık olarak verdiğimiz tepkiler gerçek ruhumuzu ele verir. Örneğin “Force Majeure/Turist” filmi böyle bir küçük anla başlar ve buradan katman katman açılır, çok iyi bir senaryo. Bir de inanç tabii. Çoğu insan kimseye söylemediği bir inanca sahiptir. Bu batıl bir inanç da olabilir, kendine dair inandığı gizli şeyler, hayaller, utançlar da olabilir.

“Fena Şeyler, Mutlu Sonlar” ilk kitabınız. Ancak yazdığınız bir sürü senaryo var. Peki senaryoyla roman ilişkisine dair neler söylemek istersiniz? Avantajları dezavantajları neler?

Üç perde anlatısı dediğimiz klasik yapı romanda da işler. Senaryo yapılarından romana aktardığım pek çok alışkanlık var elbette. Senaryolarımı her zaman “aktif seyirci” inancıyla yazarım. Bu çağda artık en genç seyirci bile öyküden akıllı, çok tüketildiği için hemen tahminlerde bulunuyor ve yarım bırakabiliyor izlediğini. Seyirciyi elimizde tutmak için, onunla oynanan tahmin/yanılgı/yeni tahmin/yeni yanılgı döngülerini seviyorum. Bunu yaparken ise zoraki sürpriz sonlara savrulmaktan hiç hazzetmiyorum. Roman, böylesi oyunlar için daha çok zaman tanıyor. 90 dakikaya sığdırmaya çalışma zorunluğunun olmaması müthiş bir alan açıyor. Linear olmayan, anların içinde kaybolan, zamanı eğip büken, yere vuran güneş huzmelerinin ve toz zerrelerinin arasında dolanabilen, çocukluğumuzdaki gibi telaşsız, ılık su akıcılığındaki kısacık hatıralara uzanan, duyu hafızamızın, eski nesnelerin kokusu arasında dolaşan kelimelerin ritmi benim için keyif vericiydi. Okuyuculardan ve eleştirmenlerden de bu akıcı ritme dair övgüler aldığım için; bu oyunumun tek kişilik değil, seyirlik olduğunu, paylaşılabildiğini, büyüyebildiğini gösterdiği için her yoruma minnettarım.

Ceyda Aşar

“Fena Şeyler, Mutlu Sonlar”ı da senaryolaştırmayı düşünüyor musunuz? Buna dair çalışmalarınız var mı?

Bunu çok uzun sürede yazdığım için senaryonun içinde kaybolabilirim. Temiz bir bakış açısına sahip olan başka birinin senaryolaştırması daha doğru olur. Filme/dijital diziye uyarlanabilecek bir yapıya sahip kanımca. Çevremdeki yönetmen ve yapımcılara kitabı ulaştırmaya gayret ediyorum, kim bilir belki bir gün birisinin ilgisini çeker. Şu ara “Fena Şeyler, Mutlu Sonlar”ın enstalasyon/performans uyarlaması üzerine kafa yoruyorum, daha performatif, görsel bir şeyler. Seyircilerin nesneler arasında dolaşıp dokunabilecekleri, interaktif bir şeyler… Son zamanlarda, kelimelerin yerine görselleri koyduğum disiplinlerarası çalışmalara yöneldim. 

Son zamanlarda neler yapıyorsunuz? Masanızda bizim için neler var?

İkinci ve üçüncü romanı yarıladım. İkinci roman olan “Vahşi” çok daha popüler bir konuyu, Instagram çağında yaşayan bir genç kızın, hacker saldırısıyla hayatının altüst oluşunu, kendini bulmak için doğaya kaçışını ve orada kendisi gibi gençlerle karşılaşıp bir isyana sürüklenmesini anlatıyor; bilim kurgu ile psikolojik dram türünde… Dijital dizi uyarlamasını da hazırladım. Üçüncü romanın adı ise “Kimsenin Bilmediği Bir Yer”. Calvino’nun “Görünmez Kentler”i bu romana ilham verdi. “Kimsenin Bilmediği Bir Yer,” imparatorluk kadar geniş bir alana yayılan hayalî bir ülkede, seyahat yasağı olduğu için, yasadışı yollarla kasaba ve köylere giderek, isyana katılan kayıp sevgilisini arayan bir kadın kahramanın serüvenlerini anlatıyor. Alegorik bir dile, epizodik bir yapıya sahip. Instagram sayfamda da (@theceydasar) “Kimsenin Bilmediği Bir Yer” başlığıyla, 1 dakikalık videolar çekip kurgulayarak, altına yazdığım metinlerde bu romana dair ipuçları paylaşıyorum. Kitapta yer alan gerçek metinler değil paylaştıklarım ama roman da böyle gezi ve günlük biçiminde olacak.