Cabir Özyıldız

Varış noktasına dek dalamadığım uykuya Pozantı’daki mola yerinden çıktıktan sonra tam nail olmuştum ki muavin, “Sayın yolcularımız, Adana otogarına varmış bulunuyoruz. Firmamızı tercih ettiğiniz için teşekkür eder, hayırlı günler dileriz. Osmaniye, İskenderun, Hatay yolcuları yerlerini terk etmesinler, otobüsümüz hareket halindedir.” Bu ezberlenmiş cümleyi duyunca yerimden doğruldum, başımın üstündeki bölmeye tıkıştırdığım küçük çantamı alıp indim. İner inmez de sigaramı dudağıma kıstırdım. Derin bir nefes çekip etrafıma baktım. Her şey aynıydı.

Uykulu, sarsak insan kalabalığı; şaşkın mülteciler, yapışkan dilenciler, yorgun kadınlar, ağlak çocuklar, evine dönen üniversite öğrencileri, memlekete giden mevsimlik işçiler… Dahası saat gözlük sattıkları kontrplaktan panoları oradan oraya sürüyen kara kuru elleriyle işportacılar. Parası olanı şıp diye anlayan gözü keskin yankesiciler, elime soğumuş çay tutuşturmaya çalışan ısrarcı çaycılar, “Çayım hem taze hem de kaçaktır, vereyim mi abime?”. Yazıhanelerin önünde çığırtkanlar, “Hadi Angara, Angara, geliyon mu abla, kes bi Angara Lütfü abi, bayan yanı olsun”. Hepsi birbirinin aynı, milyon çeşit ürünü üst üste, yan yana dizmiş, market mi lokanta mı ne olduğu belli olmayan dükkânlar. O dükkânların tezgâhlarına dizili şalgam bidonları, pişmaniye kutuları, alınıp emilmeyen akide şekerleri, bayat lokumlar. Bir kenara iliştirilmiş, telefonları bir türlü şarj edemeyen görevi bozuklukları yutmak olan makineler. Rahatlatmaktan ziyade insanı yoran masaj koltukları. Peronlarda taşınmayı, yerleştirilmeyi bekleyen çuvallar, el arabalarıyla hamallar, koliler, tekerlekli bavullar, muavinler, bekleyenler, beklenenler…

Otogarlar oldum olası bana kentin haricinde nefesi sası sası kokan kirli tuvaletleri, bayat çayları, insanları sürekli bir yerlere gitmeye teşvik eden firma simsarlarıyla, gelenden geçenden ne kopartırsam kârdır diye bekleşen dükkân sahipleriyle, banklarda uyuya kalmış kimsesiz ve biçare meczuplarıyla, basık, sigara ve ter kokulu kahvehaneleriyle, kendine has kanun ve nizamıyla ayrı bir cumhuriyet gibi gelir. Burayı benim için katlanılır kılan bir tek şey vardır, kırlangıçlar. Sivri dar kanatları, zarif pençeleri, çatallı kuyruklarıyla bütün o otogar kargaşasının ortasında oradan oraya uçup dururlarken bana, köklerimden vazgeçip geldiğim yere dönüp gitmeyi çağrıştırırlar. Servis kalkana kadar yalnızca kırlangıçlarla ilgilenirim. Tüyleri çelik mavisini, göğüsleri karlı bir topağı andıran o kuşları izledikçe, ısrarcı çaycıları, çığırıp duran simsarları, market bozması dükkânları görmezden gelirim. Sonra servisin kalkacağını bildiren o sesle, “Atilla Altıkat yolcusu kalmasın!” Oturduğum banktan kalkar koltuktaki yerimi alırım.

Pılıyı pırtıyı toplayıp memleketi terk edeli hayli zaman oldu. Farklı bir hayat, yeni iş, komşular, yeni yollar, sokaklar, sakil de dursa yeni arkadaşlıklar. Bir düzen kurduk kurmasına ya, içimde bir güz yaprağı solgunluğuyla, o yaprağın beslendiği köke ulaşma derdiyle kıvranıyorum. Şairin dediği gibi, “İçim yolculuk çekiyor.” Fakat bu yolculuk bilinmeyene kavuşmak arzusuyla, merak duygusuyla, yolda karşılaşılacak olmadık enstantanelerle alakalı değil. Daha çok anne karnına dönmek gibi niteleyebileceğim korunaklı, bilindik bir alana kısa süreliğine de olsa sığınmak. Bu saatten sonra geldiğimiz yere temelli dönemeyeceğimizi de biliyorum. İyi kötü bir düzenimiz var çünkü. Benimkisi beton çöplerinin, yarı resmi arkadaşlıkların, suratsız merhabaların arasından çıkıp kısa nefeslere sığdırılmış, kendinden olana, diline, alışkanlıklara, geride bırakılanlara duyulan merak duygusuna sıkı sıkıya bağlanmış bir istek. Aslına bakarsanız dönmek istediğim yer de çok matah değil. Ama mesele o yerin matah olup olmamasında değil. Mesele, orada senden olan, sence konuşan, adımladığın onca yola, yaşadığın anılara tanıklık eden insanlar, mekânlar.

Eşim bu konuda ne düşünüyor pek bilmiyorum. Onun dönecek bir yeri de yok. Küçükmüş, güneşin sıcaklığını, bir de sobanınkini biliyormuş. Sonra başka kötücül bir ateş topuyla ortalık kararmış. Çal çaput yüklenip çıkmışlar yola. Ana babası lal kesilmişler, ninesinin anlattıkları kalmış aklında. İlk evlendiğimizde söylemişti bunları bana. Bir güz günü çay bahçesinde. Sonraları hiç konuşmadık. Hem biz onunla uzun yılların alışkanlığıyla konuşmadan da anlaşabiliyoruz. Ya da ben öyle zannediyorum. Fakat dalıp dalıp gitmelerinden, annesiyle kendi dilinde konuşmaya çalışırkenki heyecanının dilinden çıkıp dudak kenarında titreşmesinden, bir dağ türküsünün daha en başında gözlerinin yeşilinde gencecik bir ormanın gövermesinden, çocukluğundan bildiği bir eşyayı, (tarak, küpe, çenede bir dövme) gördüğünde göğüs kafesinde bir yerlerin açılıp genişlemesinden onun da yakılıp yıkılmış o yeri, memleketini özlediğini duyumsuyorum. Sonra anılarının kayıp parçalarında yanıp kül olmuş o toprakların derinliklerinde kök namına incecik bir filiz arayışını… Anlayacağınız ona göre ben şanslıyım. En azından gidip görebileceğim, kısa süreliğine de olsa nefes alabileceğim bir yurdum var.

Geçmiş gün içim ezilmiş, kökünden uzak düşen çiçekler gibi kurumaya yüz tutmuştum. Böyle zamanlarda bunaltılı bir suskunluk yerleşir dilime. Beni köklerime doğru çeken o sıkıntının fark edilmediğini zannediyordum ya, meğer anlaşılıyormuş. Uykunun korunaklı kucağına sığınamadığım geç bir saatti. Gözlerim kirpiklerime dek açık öylece tavanı izliyordum. Eşim dirseğinin üzerinde doğrulup kısa bir an bana baktı. Sonra da uzanıp sol kaşımdaki yara izinden öptü. Zaten ne zaman bunalıp sıkılsam eşim, bir çocuğun eline bir parça ekmek, diğerine de domates tutuşturup saçlarını okşar gibi seslenir bana, “Git bi nefes al gel”. Sanki git dışarlarda oyna ama geçe kalma gibisine konuşur.

Atilla Altıkat’a varana kadar sürekli bunları düşündüm. Servisten iner inmez de oyalanmadan mahalle dolmuşuna bindim.

Avlu sessizdi. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Öldürsen gitmez bir yerlere halam. Seslenmek yerine bahçededir zahir diyerek evin arkasına dolandım. Oradaydı. Elli metrekarelik alanı düzensiz, karman çorman bir gülistana dönüştürmüş, bütün o renk cümbüşünün içinde sayrı bir kuş gibi oradan oraya dolanıp mırıl mırıl bir şeyler söyleniyordu. Bir süre dikilip sessizce izledim. Çiçeklerin kurumuş dallarını ayıklarken merhamete duyarlı bir annenin çocuklarına dokunurkenki ihtimamı vardı hareketlerinde. Meraklı birkaç komşunun bize baktığını hissedince, izlemekten vazgeçip seslendim. “Kolay gelsin.” Doğrulup sesime doğru döndü, yüzüme uzun uzun baktı. Tanıyamamıştı. Bilişini kolaylamak adına, “Nasılsın Kara halam?” deyince alnındaki kırışıklardan biri düzleşti. “Ya habib kalbey[1], sen mi geldin?” Yarı Türkçe yarı Arapça söylenen bu korkunç güzellikteki hitaba karşılık vermek istedim ama sanırım doğru cümleyi, daha doğrusu o cümlenin karşılığını veremeyeceğimin korkusuyla vazgeçip ellerine atıldım.

Kırmızı plastik sandalyelere karşılıklı kurulduk. O bir şeyler anlatıyordu ama ben dinlemeyip, yılların eskittiği yüzünü, incelmiş bedenini inceliyordum. Üzerinde giyilmekten yıpranmış, solmuş yas giysileriyle eski zaman ağıtçılarını andırıyordu. Rahmetli Sarı’dan kalma habbeli altın kolyesi hâlâ boynundaydı. Kara, üzüm tanesi gibi gözleri iyice küçülüp fersiz kalmış. Yüzünün koyu esmerliği hastalıklı bir solgunlukla yer değiştirmiş. Tülbendinin altına sokuşturduğu, bir zamanlar ışıksız geceler kadar siyah olan saçlarının çoğunluğu kırlaşmış. Biz çocukken erkek gibi kadın derlerdi onun için, eli maşalıydı. Şimdi o eski heybetinden eser yok. Omuzları düşük. Alnı derin çizgilerle bölünmüş. Ellerini incecik mor damarlar, lekeler kaplamış. Ben, halamı izleyip bunları düşünürken o, aklına bir şey gelmiş gibi sustu, evden tarafa döndü. Gelinine seslenirken sesi heyecandan tarazlanmıştı. “Meryem, kız Meryem! Bak kim gelmiş?”

Meryem kısa bir hoş geldin faslından sonra sustu, üç saniye bekledi, sonrasında damdan düşer gibi söze girdi, “Bir daha gelmezsin sanıyorduk”. O kısacık cümle geldi yutulması zor bir lokma gibi boğazıma oturdu. Sarf ettiği cümlenin içindeki sitem yalnızca unutulmaya dair bir yakınma değildi. Kalanların gidenlere duyduğu imrenmeyle, olduğu yerde kök salmanın verdiği bıkkınlıkla, her gün aynı insanlarla selamlaşıp aynı ev işleriyle yoğrulan bir döngüye kahretmeyle de ilgiliydi sanırım. Kalanlar gidenleri kurtulmuş sayıyordu ya, o zaman ben neden dönüp dönüp buralara, köklerimin son temsilcisi halama geri dönüyordum? Meryem abla sanki o sitemkâr cümleyi kendisi kurmamış gibi sorulması gereken diğer soruları peş peşe sıraladı, “Hanımın nasıl, çocuklar, iş güç…” Bütün bu sorulara verilecek kısa, yuvarlak cevapları verdikten sonra sustuk. Neden sonra, “Ben Mustafa abini arayayım gelsin” dedi ve eve yöneldi.

Mustafa abi gelene kadar konuştuk. Daha doğrusu halam anlattı ben dinledim. Vefasızlıklardan, hastalıktan, içtiği ilaçlardan, çektiği çilelerden, doğup büyüdüğü benim de ömrümün büyük bir bölümünü geçirdiğim dedemin bahçeli evinden… Sonra kişilere geldi sıra. Zihninde yer etmiş kötü karakterleri hiç affetmemişti. Göçmüş gitmiş kardeşlerinin hanımlarına durmadan verip veriştiren kadın sıra kendi amcasına geldiğinde, neden bilmem beddua üstüne beddua yağdırdı. Halam ismini zikredip o kadar çok söylendi ki amcası bırakın mezarında ters dönmeyi zannımca on mezar yeri değiştirdi. Sonra sözü göçüp gidenlere getirdi. Ana babasına, genç yaşta yitirdiği kardeşlerine. Sıra rahmetli Sarı’ya gelince gözünden ip gibi yaş döktü. Halam baştan ayağa ne kadar karaysa eniştem Sarı, lakabından da anlaşılacağı üzere o kadar beyazdı. Ardı sıra on yıl cezaevi kapısı aşındırmıştı. Cezaevi kapılarında Cono aşiretinin kadınlarıyla nasıl yoluşup sövüştüklerini anlattıktan sonra durdu, yorulmuştu, feri sönük gözlerini gözüme dikti ve çocukluğumdan beri her duyduğumda dudaklarımda muzır bir sırıtışa yol açan o bilindik cümlesini kurdu, “Ah ya oğlum işte böyle, eller sikti Halime’yi hep biz çektik ceremeyi.”

Mustafa abi geldikten sonra öyle uzun boylu oturmadık. Huzursuzdu. “Kalk,” dedi “Kalk kahveye gidelim.” Yolda sebebini sorduğumda “Komşulardan utanıyorum be dayıoğlu, annem durmadan herkese sövüyor, yok, ağaçların dallarını kırıyorlar, vay gece çiçeklerimi çalıyorlar diye diye milletin ne şarmutalığını[2] bırakıyor ne de haccanalığını[3], komşular rahmetli babamın hatırına ses çıkartmıyorlar ama ben yine de yüzlerine bakamıyorum.”

Kahveye girdiğimizde bu kez sorma sırası bana gelmişti. Ölenler, doğanlar, evlenenler, boşananlar, parayı bulup sütünü bozanlar, göçüp gidenler. Konu gidenlere gelince derin bir nefes aldı, sonra da sitem mi suçlamamı olduğu belli olmayan bir cümle kurdu, “Lan gardaş hepiniz gittiniz, bir ben kaldım burada, bir ben, bekçi niyetine.” Bu cümleden sonra bozulmuştum. Eşimin “Git bi nefes al gel,” dediği yerde soluğum kesilmiş, şevkim kaçmıştı. –Sonraları bu konuyu uzun uzadıya düşündüğümde, Mustafa abinin bizi gittiğimiz için suçlamadığına kanaat getirdim. O, bir yerde mecburen ikamet etmenin, giderek yalnızlaşmanın, bildik tanıdık insanlarla birlikte yaşlanamamanın burukluğunu yaşıyordu.– Ardından, sanki bir önceki kurduğu cümleyi temize çekmek, yarasına yarenlik edecek bir paydaş aranır gibi “Annem çok hasta,” dedi. Aslında Mustafa abi anlatmadan da halamın hasta olduğunu anlamıştım. Hep eskilere takılıp kalmasından, babamın mezarını ziyaret edip etmediğimi sormamasından (ki bu halam için çok mühim bir meseleydi) ve en önemlisi de vedalaşırken “Ya habib kalbey, sen mi geldin?” demesinden.

Mustafa abi kalmam için çok ısrar etti fakat türlü bahaneler öne sürerek o ısrarları bertaraf etmeyi başardım. Ayrılırken sarıldı, omuzumu tıpışlarken, “Bizi unutma, arada bi gel, nefes al,” dedi.

Cabir Özyıldız


[1] Ey kalbimin canı/sevgilisi

[2] Orospu

[3] Orospuları pazarlayan kadın