Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):

4 milyar 540 milyon 874 bin 674. yıl, 12. Gün: 

AĞIZ TADIYLA OKUMAK

İspanyolca yazan çoğu yazar gibi, hayata bakılması gereken yerden bakan Alejandro Zambra, okumaya övgü olan Okumamak adlı kitabındaki “Uzun Roman Festivali” başlıklı yazısında “Yeniyetmeliğimin bir anında önemli okumaların zevkini uzatmak için hasta numarası yapmaya başladım,” der. Bu cümle beni çocukluğuma götürdü, ama bir farkla: Benim hasta numarası yapmama gerek yoktu. 

İlkokuldayken, anneme “Ben bugün okula gitmek istemiyorum,” demem yetiyordu. Bu sözü çok sık söylemediğim için, annem “Olur mu öyle şey, tabii ki gideceksin,” demek yerine bana “Gitme de, sana bugün hastaymışsın gibi hizmet edeyim,” derdi. Onun “hizmet”i, koltukta yatarken başımın altına yastık koymakla ve üstümü örtmekle başlardı. Ben, yanıma aldığım yığınla Tommiks’leri, Teksas’ları ve ilk sayısından beri takip ettiğim Kinova’ları okuma sırasına göre istiflerken, annem de sevdiğim tatlardan birini hazırlıyor olurdu. 

Alejandro Zambra

En sevdiğim tatlardan biri, işkembenin en lezzetli yeri olan bal peteği desenli börkeneğiydi; annemin diliyle işkembenin “Mustafa takkesi”. Takke haşlanıp tuzlanıp ince dilimler halinde bir tabak içinde bana sunulurdu. Ben de Kinova’nın yeni maceralarını okurken işkembe şeritlerini tek tek ağzıma atar, tadı kaybolana kadar ağzımın içinde döndürür dururdum. Orta boy bir şeridi yemem dakikalar alırdı. 

Bir ağız tadını ne kadar uzatabilirsiniz? Bu beceri çocuklukta edinilir ve tadı çocuklukta çıkarılır. Yine ilkokul çağındaydım. Bir sınıf arkadaşım, evimize habersiz geldi ve içeri girer girmez de her tarafı “nerede ne var” diye dolaşmaya başladı. Mutfakta iş yapan annem onu birdenbire arkasında görünce şaşırdı ve tezgahın üstündeki biberonu saklamaya fırsat bulamadı. Arkadaşım, biberonu görünce “Aa, bu Nazmi’nin mi?” diye sormaz mı. Soru, beni evden kaçmayı düşündürtecek kadar panikletti. Annem, bir şakaya cevap veriyormuşçasına gülerek, “Dün akşam bize misafir gelen bebekli aile unutmuş,” deyiverdi. Ben de rahatladım.

İşin aslı şuydu: Süte bayılır, içmeye doyamazdım. En sevdiğim şey, kitabımı okurken süt içmekti ve bunu süt bardağını sık sık ağzıma götürerek ve çok küçük yudumlar alarak yapardım. Bu şekilde sütü ağzımda daha uzun süre tutabiliyor, ama doğaldır ki yatarak okuyup içemiyordum. Bir gün annem “Madem gıdım gıdım içmeyi seviyorsun, sana bir biberon alalım,” diyerek beni şaşırttı. Şaka söylemediğini hemen satın aldığı bir biberonla kanıtladı. Yatarak okuyabileceğim ve memeyle, istediğim anda ağzıma süt akıtabileceğim ikinci bebekliğim böylece başlamış oldu ve utancımın, hazza galip geldiği bir zamana kadar da sürdü.

Zambra yazısında, roman okurken “azar azar” yediği makarnalardan ve bunun sonucu olarak kitabında oluşan domates sosu lekelerinden de söz eder.

17. Gün:

SON EYLEM

Oğuz Atay’ın 43 yaşında tamamlayamadan öldüğü romanı Eylembilim’in son sayfasının son satırı, (“İşte ismini, resmini) diyerek biter ve sanırım, edebiyatımızın en yürek burkucu sayfalarından biridir… Yarım kalmış bir cümle.

Bir arkadaşım öykü kitabımı okuduktan sonra bana, öykülerin niye birdenbire bitiyor, diye sormuştu. Ben de ona, şaka yollu, hayat da öyle, birdenbire bitiyor, demiştim. Vaaay! Demek öyle, diyerek gülmüştü. Bu konuşmamızdan kısa bir süre sonra ona kanser tanısı kondu. Hastalığın azgın bir türüydü ve çabasına rağmen iki yıl daha yaşayabildi.

Yaşam ve Edebiyat; birbirlerine öykünür dururlar. Ah! Sizi gidi taklitçiler sizi!

21. Gün:

MUHABBET KUŞUM

Söyleyin bana ne olur! Ne ters gitmiş olabilir? Biri akıl versin, ne olmuş olabilir? Durun anlatayım: Geçenlerde bir komşum, Sebahat hanım, tatile gitmeden önce muhabbet kuşunu bana getirdi. Onunki dişiymiş. Benimki erkek, ceresi masmavi. Birlikte olsunlar diye misafir kuşu benim kuşumun kafesine koydum. Ay! Nasıl sevinçle ötmeye başladılar. Birbirlerine şarkılar söylüyorlar. 

Dün, hava sıcaktı. Onları hava alsınlar diye balkona çıkardım. Balkon güneşliydi, ama hemen içeri alacaktım zaten. Çıkaralı daha beş dakika olmamıştı. Sesleri kesildi. Hem, ne oldu da sustular diye hem de kafesi içeri almak için balkona çıktım. Bir de ne göreyim, benim kuş, kafesin dibinde yatıyor. Gagası kilitli, gözleri açık. Güneş çarptı zaar diye aldım, musluğun altında başını, tüylerini ıslattım. Ayılmadı. Öldüğünü anladım. Söyleyin kuşuma ne oldu? Bir bilen var mı? Neden öldü? Kuşçuya gidip sordum. “Kalp sektesinden ölmüştür,” dedi. Muhabbet kuşum daha 1 yaşındaydı, konuşur, çeşit çeşit öterdi. Ne söylesem, sesini çıkarmadan dinler, tekrar ederdi. Siz de bir şey söyleyin, ne olur. Neden öldü kuşum, durup dururken?

Rumuz: Perişan.

Yanıt:

Sevgili hayvansever okuyucum, üzüntünüzü anlıyorum. Hayatta, sevinç ve üzüntü arasında gidip gelen canlılarız, dersek pek yanlış olmaz. Muhabbet kuşları, Avustralya çöllerinde yaşayan kuşlardır. Doğadaki renkleri yeşildir ve 4-5 yıl kadar yaşarlar. Evlerimizde 8-10 yıl yaşayabilirler. Çölün gündüz sıcağına ve gece soğuğuna dayanıklıdırlar. Çöl kuşu olduklarından çok az su içerler. Bu yüzden, kuşunuzun biraz güneşte kalmaktan ötürü öldüğünü sanmıyorum. Söylendiği gibi, kalpten ölmesi muhtemeldir. “Aşk öldürür,” diye boşuna dememişler.

25. Gün:

ANLAM VE DİL

Anlam dille ilgili gibi görünse de, gerçekte varoluşla ilgili bir kavramdır. Anlamak, sadece dil yoluyla olmaz. Aksi taktirde, her şey kitaplardan ve kadim anlatılardan öğrenilirdi. Anlam’a, yaşam deneyiminin içinden geçerek de ulaşılabilir. Dil, bir insan zihninde ortaya çıkan anlamı (anlaşılanı) başka zihinlere aktaran bir araçtır. Kitaplar bize, bizden öncekilerin ya da başkalarının anladıklarını aktarır. Hikâye bahanedir.

29. Gün:

An, geçmiş ve gelecek arasında neyse, varoluş duygusu da anılar ve umutlar arasında odur.