“Aldatılmışlığın kendinden olan darası düşülünce bile ağır gelen ağırlığı.”

Necati Tosuner

Esme Aras

-I-

“Doğru, yalnız hayalle geçiniyorum; ben yalnız hayal kuruyorum.”

Kış bahçesinde soluklanan Melek Hanım, okuduğu öyküden başını kaldırıp elindeki kitabı sehpaya uzattığı sırada, sağ omzundan hafifçe kayan kül rengi kaşmir hırkasını düzeltti. Vaktinde gelen yağmurla serinlemişti hava. Gün geçtikçe iyiden iyiye soğuyacak, dışarısı beyaza kesercesine buz gibi olacaktı. Güz boyu yakıcılığından şikâyet ettiği güneş bulut örtüsünün arkasına sinmiş, günler gri rengiyle uzun, bitmek bilmez hissedilen haftaları, ayları, mevsimleri getirmişti.

Boşalan kadehine şarap doldurdu. Düne kadar pastırma sıcağında bunalıyor, üzerine geçirmek için gardırobundaki en ince giysileri seçiyordu. İkindi vaktinde yanaklarına al basıyor, bluzunun yakasını esnetiyor, boğulacağını sandığında buzdolabının kapağına yapışıp içinden bir şişe bira alıyordu. Kana kana içiyor ama içini bir türlü kandıramıyordu. Ne var ki soğutucu gazın bir anda uçup gitmesindeki gibi biranın köpüğü de çabucak sönüveriyordu. Bir tatil dönüşü, derin dondurucuda sakladığı her şeyi erimiş hâlde bulmuştu. Az daha geçse kokuşacaklardı. Yaz aylarında pazardan tek tek seçtiği tazecik sebze ve meyveler, emek emek çöpe gitti böylece. Şimdi elinde hayal kırıklıkları, eskisi kadar soğutmayan bir buzdolabı ve içini yeterince serinletmeyecek bira şişeleri kaldı.

“Oysa yaşamayı ne çok isterdim,” dediğinde mevsimlik saksı çiçeklerinin kurumuş kavrulmuş hâllerinden, bakımsızlıktan tazelenmeye hevesi olmayan boynu eğrilmiş duruşlarından sokağın hareketliliğine çevirdi bakışlarını. İç sıkıntısıyla söylemişti bunu, sesi şarabın damağında bıraktığı tat kadar buruk, gözleri dumanlıydı. Bakış hizasından satırlar, çiçeğe durmuş anılar yerine kendi rutininde akıp giden hayat geçiyordu. O an hiçbirinin, Melek Hanım’ın kafasındaki seslerle yarışması mümkün değildi.

***

Şu kadın, ne zaman gelip girdi hayatımıza? Bin tane yalan söyledi onun için. Ah, tabii sana güvenmeliyim, öyle mi? Benden bencilce bunu bekliyor hâlâ. Arsızca affedilmeyi diliyor. O hâlde soruyorum: Hem kış hem bahar aynı dalda olabilir mi? Hah, kışı atlatmadan bahara durup çiçeklenmeye kalkışırsan, dona kalırsın işte böyle.

O kadının hamisi olmaya soyunurken ihtiyaç duyulmaya mı ihtiyaç hissetmişti acaba. Güçlü olan bendim. Hayatın üstesinden bir şekilde geliyor, bana yaşatılanın altından kalkacak gayreti kendimde bulabiliyordum. Ama o… Küçük evecen elleri ve menekşeli gözleriyle kim bilir nasıl da kıpır kıpır dolanıp durdu etrafında? Muhtaç ve mağduru oynayarak sonunda dikkat çekmeyi başardı demek. Belki de bu yolla kahraman olma fırsatını sunmuştu ona. Bense onu eşitim görüyor, ilişkimizde hep öyle davranıyordum.

Cesurca şuh kahkahalar atarak ortalıkta dolanmak, insanı güçlü yapmaya yetmiyormuş işte. Umursamaz tavırlar sergileyerek hayatın sorunlarıyla baş edilmiyormuş, değil mi küçük hanım? Aksine bir şeylerin üzerini eski gazete kâğıtları ile örtmek, yüzündeki makyajı da peçelemeye çalışmak demekmiş. Sonra da haksızlığa uğramışlığını gündemde tutarak evli erkeklerden aşk ve sevgi dilenmekmiş. Ne yaman dilemma!

Olmadı. Yürümedi demek ki dönüp geldi. Yolunda gitmeyen bir şeyler, ortada patolojik bir durumun olduğu açıktı. Esasen ne benden gidebildi ne de yanımda kalabildi. Ne zaman bu hâle geldik? Başının tacıydım. O tacı önce yere fırlattı sonra da üstünde tepindi durdu. Ben onun varlığına sarılmış, pardon yokluğuna, kendime çizdiğim yolda yürürken yalnız olduğumu anlamakta gecikmedim. İkimiz de ellinin ortasını geçmişken daha akılcı davranışlar beklerdim oysa. Handiyse yarı yaşıydı ve o yaştaki ilgi şımarığı genç kadınların yaptığı gibi kendine duyulan ilgiyi sezinleyecek kadar da kurnazdı. İstediğini elde etmiş olmanın hazzı ve bir zafer kazanmışlık duygusuyla hiç de oralı olmamış, onun hislerini umursamamıştı belli ki o kadın.

Canını acıtan, öfke nöbetlerine tutulmasına asıl neden olan bu muydu? Yoksa ondaki değişikliği hemen fark ettiğim ve bana yakışan asaletle uyarımı en başında kibarca yaptığım için mi? Herhangi bir dahlimin olmadığı bu olayla, -onca sene eksiğim, hiçbir kusurum olmamış, üstüme düşen sorumlulukları yerine getirmişken- benden giderek uzaklaştığını görebiliyordum. Utançtan… Vicdan azabından… Vefasızlıktan… Belki de kendine, bana duyduğu kızgınlıktı böyle davranmasının nedeni. Vardım ya! Ayak bağıydım. Yılları, yaşanmışlıkları bir anda kaldırıp çöpe atacak gücü kendinde bulamıyor, bizi içine sürüklediği durumla yüzleşmeye cesaret edemiyordu. Karşımda çaresizce kıvranıp durdu aylarca. Gece uykusuzlukları, yaşamaya duyulan iştahsızlık, hiçbir işe odaklanamama, sabırsızlık, tahammülsüzlük, aklına estiği her an kontrol edilen cep telefonu ekranı… Ne arıyor, kaybettiğine inandığı neyi bulmayı umuyordu?

Yıllar yıllar evvel, büyükbabamı sonsuz yolculuğuna uğurlayıp eve geldiğimiz o gün, holde sarılmış ağlayan annemle babamı gördüğümde, onlar kadar birbirine bağlı bir çift olamayacağımızı bilmeme imkân yoktu. Yaşamın zorluklarını sırt sırta, el ele vererek göğüsleyen orta yaşlı iki insanın sevgisi, emeği, dayanışma örneği akıyordu gözyaşları niyetine. Dal kırılıyor, kırıldığı yer aşı tutmuyor, çatladığı yerden toprak saksı göz göz su akıtıyormuş meğer. Duygular dolup taşıyormuş. En zoru da bunca yılın sonunda evlatlara, eşe dosta, konu komşuya karşı her şey yolunda, kurduğumuz hayat olağan akışında gidiyor gibi davranmakmış. Hangisi daha can yakıcı? Geri dönüşsüz bir yolda freni patlamış kamyona benzer şekilde hızla ilerleyen hayat arkadaşını durduramamak, onun duvara toslamasına seyirci kalmak mı, yoksa delik deşik kalmış tekneyi yüzdürmeye çalışmak mı? Sende açılan gediklerin onmazlığını bilerek, kadınlığını mezara gömüp yola devam etmek mi? Hangisi?

Bir gece yatakta alışık olmadığım şekilde yaklaşmıştı bana. Başkası gibi sevişiyordu. Hoyrattı, hırsla çekip aldı beni. Olanca sertliğiyle işini bir an önce bitirmeye odaklıydı ritmi. Ondaki gelgitlerin nedenini sezinlediğimdeyse, o gece ve ondan sonrakilerde, bir başka hayalin pansumanı olduğumun ayırdına içim kavrularak vardım. Yalnızlığın ocağında, şüphe bir kez düştü mü içine… Baş edemezsin. Giderek miskinleşen ruhunun, hımbıllaşan bedeninin aksine gençliğinden anımsadığı kadarıyla içinde kabaran o ilkel içgüdünün ayak seslerini genç bir gövdede uyandırmaya çalışmış, başaramamıştı. Sevgi beslenmediği yerde köklenmez, ten ve ruh bu yolla yeşermezdi ki.

Vermeye kıyamadığımız ama hiçbir sezon giymediğimiz, dolabımızın bir köşesinde öylece atıl kalmış kıyafetlere benziyor şimdi evliliğimiz. Ondan ayrılmayı düşünüyor, gün içinde buna defalarca karar veriyor, bir türlü uygulayamıyorum. Bunca yıllık kocam Yiğit Ali, dolapta bekletilen has kumaştan dikilmiş modası geçmiş bir takım elbise gibi elimin altında olsun ama şimdilik kullanmayayım düşüncesiyle, hayatımda bir süre daha beklesin istiyorum galiba. Oysa mutsuzum hem de çok. En başından beri hep anlayış gösterip hiç anlaşılamamaktan yorgunum. Hayatın her alanında bitmiş, yenilmiş hissediyorum.

Bu ilişkide benden geriye ne kaldığını bile bilmiyorum. Ben bu ilişkinin neresindeyim? Ortada biz diye bir şey var mı? Bir aradayken halledilmesi gereken işleri bölüşüyoruz yalnızca. Evdeki ve çocukların hayatındaki rolümüz gereği sorumlulukları yerine getirmeye çalışan yan yana iki kişiyiz. Ama… konuşamıyoruz, artık hiç gülmüyoruz. Eskiden olsa uzun uzun sohbet eder, birlikte eğlenirdik. Şimdi içimde biriktirdiklerimi onunla paylaşmaya ne zaman kalksam sonuç öfke, yüksek ses, kapıların çarpılması, masanın yumruklanması oluyor. Onun hezeyanlarını sadece meslektaşıyla konuşabiliyorum. Kendisiyle iletişimi kestiğimdeyse bir problem yok. Karşılıklı susalı beri kendi mutsuzluğumuzda, sessizliğimizde, bitkisel bir hayatta sadece nefes alıp veriyoruz.

Pek çok şeyde olduğu gibi bu konu hakkında konuşmayı da bir kenara bıraktık. O kadın tarafından istenmediği için yanımda kaldığını biliyorum. Gidemedi! Gitmeye gücü yetmedi işte. Gitmek istiyorsan gidersin. Bu kadar net. Sana engel olacak değilim demiş ve eklemiştim. Zorluk çıkarmayacağım. Ancak ne yapmak istediğine bir an önce karar vermelisin. Onun, seçeneksizliğinden doğan tercihi olduğumu bilmek beni eskisi kadar örselemiyor artık. Yaşadıklarımın bir benzerini öykülerde, romanlarda bulmak, birtakım duygulanımları kurgusal karakterlerin iç konuşmalarında okumak suskunluğumun, artık dillendirmeye gerek görmediğim sözcüklerimin tercümesi bir bakıma. Günlük yaşantımda her zamankinden çok kendimleyken bu duygudaşlığı kurmak da güzel.

***

Melek Hanım, uzağa sabitlediği ama netliği olmayan bakışlarını tekrar bambu sehpanın üzerindeki kitaba kaydırdı. “Şu edebiyat iyi ki var,” dedi nefes alabildiği tek sığınağın orası olduğunu düşünerek, “yoksa delirmek işten değil!”

Cümlesi dilinin ucunu terk ederken bir gün daha bitiyordu. Akşamın giderek solan ışık oyunlarıyla birlikte etrafını süzdü. Sahip olduğu evin dış cephesinde, geniş alımlı bahçesinde, zevkinin yansıması bahçe mobilyalarının, aydınlatmaların, objelerin üzerinde gözlerini tek tek gezdirdi. Sonra kendine kaldırdığı kadehi bir dikişte yuvarladı. Sona eren o günün doğum günü olma ihtimalini düşlediğinde, gecenin yaklaşan ayak seslerine bırakılan müstehzi bir gülücük, çelimsiz de olsa umudu müjdeliyordu.

-II-

Bir danışanın olanzapin raporunu yanlış düzenlemişti Aygül. Son günlerde aklı neredeydi bu kızın. İsimleri hatırlamakta zorlanıyor, dosyaya hatalı kaydediyor, iki lafı bir araya getiremiyor, yüzü gülmüyordu. Sabah, kibar olmaya kendini fazlasıyla zorladığını sakınmayan otoriter bir ses tonuyla aldığı uyarıdan sonra bilgisayarın karşısına yerleşirken, sesin sahibinin ardından dalgın dalgın bakmayı sürdürdü. Cümlenin sonuna bir “lütfen” eklemek kibar olmaya yetiyor muydu? Bakışlarını ekrandaki boş sayfaya sabitlediğindeyse, dikkatini toplayabilmek amacıyla dumanı tüten kupadaki kahveden kallavi bir yudum almaya hazırlandı. Almasıyla da dilinin damağının kavrulması bir oldu. Püskürtemedi… Mecburen yuttu. “Bu son olsun, bir dahakini üfleyerek içeceğim,” diye mırıldandı yangının etkisiyle. Siyah kalemle belirginleştirdiği gözleri yaşardı, iyice hınçlanmıştı. Yazmaya başladığında, bankonun ardında parmaklarının seri tıpırtısından başka ses duyulmuyordu.

***

Merhaba;

En başından beri bana karşı tutumunu, davranışlarını ve yazdıklarını düşünüyorum. Amacım incitmek, yıkıcı olmak değil asla, aksine kendimi samimiyetle ifade edebilmek. Şu aşamada kırıp dökmenin kimseye faydası yok. Karşılıklı anlayış, iletişim, arkadaşlık gibi patikalardan bizi uzaklaştırır bu. Aslında yüz yüze konuşmanın sıcağı bir başka. Böyle olsun istemezdim. O sebepten bazı konuları hep erteledim. Karşılıklı oturduğumuz, ilk baş başa kaldığımız anda dinleyecek, anlatacak çok şeyim, soracak çok sorum vardı. Hepsi heybemde kala kaldı. Bu mektubu sana daha önce yazmak isterdim ancak haftaya moralsiz ve gergin başlamak her şeyi etkiledi. Sonuç, haberin olmuştur, beklediğim terfiyi alamadım.

Şunu fark ettim, tek bir gün olsun kendiliğinden “nasılsın” diye sormadın bana. Hep iş yoğunluğundan, yorgunluğundan, mutsuzluklarından yakınıyor ama benim iyi olup olmadığımla ilgilenmiyordun. Hayat benim için de hiç kolay akmıyor hatta ilerlemiyordu. O gün sabahın ilk saatlerinde söylemek istediklerini telefon mesajıyla yollayıp bu yükümlülükten kurtulmadan hemen önce, “Müsait misin, konuşmak istediklerim var,” demiş olsaydın keşke. Aslında seni suçlayamam. Çünkü yazarak konuşmaya çalışmak, bizim için tek çıkar yol, tek ilişki biçimiydi. Öyle başladı öyle de bitti.

Bir ilişkide başlangıçlarla bitişlerin farkını iyi bilirim. İnsanı önce nasıl göklere çıkarıp sonra o yükseklikten yere bıraktığını da. Senin deyişinle, “Yetişkin insanlarız, bunun üstesinden gelebilmeliyiz,” öyle değil mi!? Yazılı konuşmana bize yeterince zaman ayıramadığını söyleyerek başladın. Tek başına aldığın bir kararı tebliğ ettin mi demeliyim yoksa? Merak ediyorum ne değişti? Bana gelirken de yaşantın böyleydi, senin açından ortada sürpriz bir durum yoktu en azından. Eğer hayatında beni, bizi gerçekten istemiş olsaydın, eminim bir yolunu bulurdun ama sen uzak kalmayı tercih ettin. Bazı sabahlar bir “günaydın” demeyi esirgedin. Peki, benden tam olarak beklediğin neydi? Daha açık olayım istersen, elimi bırakıp gideceksen, bana niye geldiğini soruyorum. Aklımı, kalbimi, duygu ve düşünce dünyamı niçin harman yerine çevirdiğini? Ben çok uzun zamandır bir dip balığı gibi yaşamaya alışmışken, tutup suyun yüzeyine neden çıkardın, sonra tekrar neden nefessiz bıraktın beni? İlk mesajlarımda, bankoda görevli diğer kızlardan daha derin bir iç dünyam olduğunu söylemiş, yaralarımdan söz etmiştim. Kendimce beni üzmeyeceğinden emin olmak istemiş, insan ruhundan anlayan mesleğine ve yaşının olgunluğuna güvenerek sana kalbimin yumuşak tarafını göstermiştim. Şimdi ne yapmalıyım, sen söyle?

Yazdıklarında beni inciten bir diğer nokta şuydu: “Fiziksel hiçbir şey yaşanmadı ki,” derken, gerçekten ciddi miydin? Aramızda geçen iç gıcıklayıcı konuşmaların henüz eyleme dönüşmemesi, iç rahatlığıyla yoluna devam edebileceğini düşündürüyor olmalı sana. Koskoca terapi uzmanı Yiğit Ali Bey, klavye şövalyesi olmuş. Vay be! Bana yolladığın fotoğrafla bordo hâkî renkli boxer tercih ettiğin kadar gereksiz bir detayı ve ekose desenin altından tüm heybetiyle ben buradayım diyen kabartıyı öğrenmemin gerekli olduğunu düşünmüştün ama! Vuhu… Tam sertleşme! Şu andan itibaren, karısını aldatmaya hiç de yeltenmemiş sadık bir eş imajı çizerek hayatını kaldığı yerden sürdürebileceksin demek ki. Biliyor musun, bu kadar tutarsızlık benim için çok fazla. Ne yapmak istediğini anlamaya çalışmaktan kalbim aylar içinde yorgun düştü. Evet, gönül yorgunu, insan yorgunu oldum. Hayat hiçbir hekimi seninkine benzer bir gaflete düşürmesin dilerim. Karşımda git gide küçülen uzuvlarıyla bu adamı tanıyamıyorum artık. Sahi, kimsin sen!?

Senden misliyle cesur bir genç kadınım. Hayatımda ilk kez bir erkeği bu denli arzuladım ve bunu da açık seçik dile getirmekten utanmadım. Seni yeni heyecanlara sürükleyen o diyalogları tek başıma kurmadım, hatırlatırım. Telefonun diğer ucundaki kişi sendin, üstelik aramızda geçenler bir oyun değildi. Sana yazdığım, söylediğim her şeyin içten olduğu kadar gerçek hislerim olabileceğini nasıl düşünemezsin? Her şeyden önce aşk vardı benim penceremde, bedenimde tutku vardı. Bir yere varmasını, seninle olmayı çok istemiştim. Bunu yaparken de tüm o şikayetlerine rağmen karını asla terk edemeyeceğini biliyor, ailene sırt çevirmeni beklemiyordum senden. Derdim, kimse üzülmesindi. Uslu bir kız olarak bana biçtiğin rolü oynamaya, hayatının bodrum katındaki karanlık koridorlarında sakladığın diğerleri kadar olmasa da ikincilliğimi kabullenmeye hazırdım. Ama şunu çok iyi anladım. Kural bir, her zaman evdeki kadın kazanır! Benim hayatımdaki uyarlamasında öyle denk gelmese de… Şanssız olan bendim, iki kere kaybettim. İlaç firmasının eski eşime zimmetlediği aracın torpido gözünde, dantelli bir külot bulduğumdan sana bahsettiğimde sorduğun soruyu şimdi cevaplayayım istersen: Mordu tanga. Gördüğümde, yüzümün aldığı renk gibi tıpkı. Sen de yarım bırakıp gidecektin madem, beni yok sayacaktın, kalbimi sana niçin açtım ben? Etrafımda onca genç erkek dolaşırken ve bugüne dek hiçbirine sana tanıdığım şansı tanımamışken, seni özel kılan neydi? Söyleyeyim mi? Sende bir derinlik vardı. Sanki! Hayatın bize dayattığı sıradanlıkları terli çamaşırlar gibi üzerimizden sıyırıp atabileceğimiz iki kişilik arka bahçemizde, kendi seçtiğimiz giysileri deneyebileceğimize inandım. Yaşamak için doğru adam olduğunu sandım. Hata ettim.

Bana hatırlattığın güzel duygular için sana yine de teşekkür ederim. Bunca kaypaklığın, kırgınlığımın üstüne ben ancak teşekkür edebilirim. Sonunun hayal kırıklığı olacağını ta en başında kestirebilseydim, son birkaç ayı hiç yaşamamış olmayı dilerdim. “Sana kıyamam,” derdin ama bize çok kötü kıydın sen. Şimdi söyle, senin görgüne benim özenime yakıştı mı? Giderayak “seni seviyorum” demek yaralarımıza merhem olur mu? Sevgiyi yalnızca kelimelerinde değil bana bakışında, seslenişinde, davranışlarında, elimi tutuşundaki zarafette de görmek isterdim. Peki, şimdi nasıl iyileşeceğim ben? Her gün seni görmezden gelerek bu kliniğin çatısı altında çalışmaya nasıl devam edeceğim? Bunun bir reçetesi var mı? İki aspirin atsam geçer, içimdeki yangının acısı diner mi doktor bey?

Şimdi bu mektubu okurken, “Asıl inciten, üzen kişinin ben olduğum aşikâr,” diye düşüneceksin belki. “Tüm çelişkilerimle yazdıklarının tamamına katılıyorum,” da diyebilirsin cevap olarak. Şu andan itibaren akıl okumaktan başka seçeneğim yok, tüm iletişim yollarını kapattın çünkü. Bence bu tutum iyi değil, güzel değil, bizi makul ve mantıklı yollara çıkaracak normal bir davranış hiç değil. Belki de benden bir an önce kurtulmak ve olayın üstünü örtmek amacıyla kendini benim kadar iyi ifade edemediğin kolaycılığına kaçacaksın yine. Gerçi bu saatten sonra, “Sevgiyi sözde kıldım, davranışlarıma aktaramadım,” demenin bir yararı olur mu? “Senin bende bulduğunu söylediğin derinlik yokmuş, sığmışım demek ki,” desen ne çare. “Varlığım ve sendeki rahatsızlıklarım için ne yapsam yersiz. Söz söylemeye bile hakkım yok,” demek için ağzını açma zahmetine girmeme ihtimalinse çok yüksek.

Ne ki içten içe bağışlanmayı dileyeceksin, bu asla gerçekleşmeyecek biliyorsun. Daha açık ve adil olmak varken sen başka türlü davranmayı seçtin. Evet, hak ettiğinden fazlasını istemediğini düşündün belki ama bu ilişkide kendi payını alırken, benimkinde adaletsizliğe neden oldun. İşte, tüm mesele o küçücük nüansta gizliydi doktor bey; kötülük çok kolayken zor olan iyi kalmayı başarabilmekti. Senin de bildiğin gibi dünya öyle bir yer ki, çok hassas dengelerden ibaret. Herkes önünde sonunda ettiğini buluyor. Bizim hikâyemizin de sonu bu. Emin ol sadece bu. Hayat kimden vazgeçtiğini ve neyi hangi niyetlerle seçtiğini günün birinde getirip koyar önüne. Görürsün.

Hepimiz hikâyemizin büyük olduğuna inanırız ya, anlatsak roman olur! Oysa yaşama tutunurken, sıradan uğraşılarımızla kısa metrajlı bir filmin figüranları bile olamayız bu hayatta. Çocukluğunda simit satmak, berber çıraklığı, marangozluk yapmak, eczanede, ayakkabıcıda çalışmak, konfeksiyon atölyesinde terzi yamağı olmak, pazardan annesine dikiş için parça kumaş taşımak… Hangisi tek başına bir başyapıt olmaya yeterlidir ki? Yoksa tıp fakültesinde okumak mı? Asıl kastetmek istediğin, bakın ben nerelerden geçerek bu konuma yükseldim demekse, ona kibir denir Yiğit Ali Bey, sadece kibir. Aslında seni anlıyorum, seni gerçekten anlıyorum; bu kavganın bir tarafı olmadığımı biliyorum. Senin derdin ne benimle ne de evinle. Sergilediğin o kötü tavırları da kişisel algılamıyorum inan buna. Çünkü ben, kendinle olan bu savaşın öznesi değil nesnesiyim sadece.

Biliyor musun, orman yangınından kurtulan bir mavi kelebeğin, itfaiye erinin elinden su içmesine benzer şekilde kendi yangınımdan kaçarken tutulmuştum sana. Artık hiçbir önemi yok susuzluğumun. Yüzüme söylemeye cesaret edemeyip yazdığın o kaba saba birkaç sözle tüm sevgini alaşağı ettin. Belli ki fantezilerini de bu yolla gerçekleştirmeyi istemiştin. Senin için böylesini yaşamak daha kolay olmalıydı! Bense sana duyduğum hayranlığın geçmiş günlerde yitip gitmesine üzülüyorum hâlâ. Bir aptal gibi. Seni gözümde nasıl yüceleştirdiysem. Şu saatten sonra sevgimi, iyi niyetimi hak edip etmemen ayrı konu, ben sana etik kavramını hatırlatmak istiyorum. Mesleki boyutu bir yana, kişisel alanlarımızda bu sözcüğün kapladığı yer, en azından doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırmaya yaramalı. Aramızda geçenlerden sonra, işime son verildiğini yine bir telefon mesajıyla öğrenmek istemiyorum. Bekar bir anne olarak bu işe ihtiyacım var, biliyorsun. Kendini aklamak için çalışma hayatımın üstüne gölgen düşmesin yeter. Bundan sonra yüz yüze bakacak kadar saygımız, bir selamımız kalsın o da yeter.

Ben… elbet iyileşirim bir gün. Şimdi değilse de sonra, yavaş yavaş. Bende nasıl bir yıkıma sebep olduğun hakkında varsın en ufak bir fikrin olmasın. Buna kafa yormak işine gelmesin. Yok saymak, neden olduğun sorunları ortadan kaldırmayacağı gibi o sorunların bendeki varlığının altını kuvvetle çizecek. Olsun… Yaraları sarmayı öğrendiğim kadarıyla kendime pansuman yapmayı da bilirim. Başıma gelenlere rağmen iyi bir insan olmaya, inatla iyi kalmaya ve içimdeki sevgiyi, şefkati korumaya devam edeceğim. Sana gelince, bana her kaçamak bakışını yakaladığımda kendi keşkelerinde boğulacaksın. Sığlıklarında karaya oturduğun o kayalıkta çürüyüp giderken, kendini tanıyıp içindeki kötülükle de yüzleşirsin belki. Hani, “Her şey paylaşınca güzel, ama her şey,” derdin ya… Düşlediklerimiz yalnızca bize aitti hani… Haklısın, yaşamak ihtimali varken yaşayamamanın ve paylaşamamanın da hüznü, ağırlaştırılmış müebbet gibi. “Birlikte” sözcüğü ne güzeldir oysa. Hele ki hevesle çıkmışsa bir ağızdan… Yeniler, tazeler insanı. Temas ettiği yeri iyileştirir, gülümsetir. Gerçi o da bir tercihtir. Eşlik etmek, beslemek, emek vermek, esmek, estirmek gerekir bazen de. Kitaplığının raflarında onlarca cildi yan yana sıralamanın ötesinde, bana kuracağın başka cümlelerin olduğuna bir aldanışla inanmıştım, inanmak istemiştim. Oysa, tam da söylediğin kadarmış: “Kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.”

Yaşanmamış bir aşkın içinde hangi ümitler saklıdır? Bu da senin sorun, giderayak benim sana hediyem olsun.

Hoşça kal…

***

Mektubu yazmayı bitirdiğinde parmakları titriyordu. Gün yüzüne çıkarmaya cesaret edemeyip sadece kendine sakladığı şiirlerinde yaptığı hâliyle yine duygu seliyle yazmıştı Aygül. Sanki zehirli bir okla gök delinmiş de o yarıktan bardaktan boşalırcasına yeryüzüne inen yağmurların etkisiyle içindeki barajın görünmez duvarları yıkılmış ve ne zamandır biriktirdiği duyguları parmak uçlarına doğru delice akmıştı. Taşıdığı yükün ağırlığını kelimelerin kayığına bindirdiği için biraz rahatlamış, yüreğini soğumuş hissediyordu. Sakinleşmek istercesine arkasına yaslandı, derin bir soluk aldı. Eke iliştirdiği dosyayı adres çubuğunda kayıtlı isme göndermek üzereydi, çalan telefonla dikkati bir anda dağıldı. Arayan kişi Melek Hanım’dı.

Esme Aras