Roza Alkan, Özcan Alper’in “Âşıklar Bayramı” filmi hakkında yazdı.

“Âşıklar Bayramı” Kemal Varol’un aynı adlı eserinden uyarlanan, yönetmenliğini Özcan Alper’in yaptığı, başrollerini Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanrıöğen’in paylaştığı, geçtiğimiz günlerde izleyiciyle buluşan bir film.
Kemal Varol’u şiirleriyle tanıyıp sevmiş “Haw” ve “Ucunda Ölüm Var” romanlarını da severek okumuştum. “Ucunda Ölüm Var” romanında “Ağıtçı Kadın” ile diyar diyar Heves Ali’yi aramış, gittiğimiz diyarların geçmişte yaşadığı, izleri günümüzde saklanmaya çalışılan acılarına, sancılarına tanık olmuştuk. Âşıklar Bayramı yayımlandığında, romanın Heves Ali’nin etrafında geliştiğini duyunca hemen edinmiş, fakat Varol’un bahsettiğim iki romanından aldığım tadı alamamıştım. Yine de romanın Özcan Alper tarafından sinemaya uyarlandığını duyunca heyecanlandım. Özellikle “Sonbahar” filmini izledikten sonra asla kayıtsız kalamadığım bir yönetmen Özcan Alper. “Rüzgarın Hatıraları”nın üzerinden yedi yıl geçmiş neredeyse. Bu uzun ara sebebiyle “Âşıklar Bayramı”nı gösterime girdiği ilk gün izledim.
Film, baba oğul çatışmasını anlatıyor temelde. İnsanlık tarihinin en eski meselelerinden biridir bu çatışma. Yunan mitolojisinde, Doğu mitolojilerinde, Sophokles’in trajedilerinde, Osmanlı tarihinde, birçok sanat eserinde karşımıza çıkar. Toplumsal yaşamda da sıkça rastladığımız ve yansımalarından hepimizin etkilendiği bir mevzu. Kendi dar çevremde bile, tanıdığım erkeklerin nerdeyse tamamı babadan yaralı ve bu erkeklerin baba haline baktığımda, aldığı yaraları kendi oğullarının ruhuna da aktardıklarını görmek çok şaşırtıcı değil. Freud’un dediği gibi, “baba otoritedir” ve kimse otoriteden kolay kolay vazgeçmek istemez.
Barış Pirhasan, babası Vedat Türkali’yi yitirdikten sonra onun için yazdığı şiiri şöyle bitiriyordu: “Artık gönlümce, korkmadan, kırılmadan, utanmadan sevebilirim seni.” Çok etkilemişti beni bu samimi ifadesi. Kemal Varol’un Küfran şiirinin son dizesi de bir nevi akrabadır Barış Pirhasan’ın şiiriyle: “Ölümüne yakın sevilir babalar”
Bu dize sanki sıçrayıp filmin orta yerine konmaya çalışmış.
Film fotoğrafçıda geçen bir kareyle başlıyor. Baba ve dokuz on yaşlarındaki oğul fotoğraf çekiliyor. Baba oldukça sevecen ama oğulda kendini tam olarak emanet edememiş, ciddi, temkinli bir ifade var. Kamera zamanda atlama yaparak bizi yıllar sonrasına götürür. Yusuf (Kıvanç Tatlıtuğ) –elindeki çantaya bakılırsa– işten dönmüştür. Uzun ve sıkıcı bir gecedir, çünkü bir türlü bitmez. Müzik dinler, kitap okur, rakı içer ama yine de bitmez. Şiddetli bir yağmur başlar. Özcan Alper’in yağmurla ilişkisine “Sonbahar” filminden aşinayız. Bu filmde de Yusuf her bunaldığında, her öfkelendiğinde ona şimşek ve şiddetli yağmur eşlik edecektir. Yusuf çok sıkıldığı halde telefondaki aramayı meşgule alır. Arayan Yıldız’dır ve film boyunca defalarca aramasına rağmen telefonu açılmaz. Zaten film boyunca Yıldız’ın sayısız aramalarının hiçbirine cevap verilmez.
Gecenin ilerleyen saatlerinde kapı çalar, gelen Yusuf’un babası Heves Ali’dir (Settar Tanrıöğen). Tam yirmi beş yıl önce gitmiş ve bir daha oğlunu arayıp sormamıştır.

“Annenin kabrini ziyaret edeyim diye geldim Kırşehir’e. Seni de görmeden gitmeyeyim dedim.” der. Yirmi beş yıl boyunca oğlunu aramayan, sormayan biri için oldukça mantıklı bir gerekçe ve oldukça mütevazı bir ifade. Ertesi gün de yola çıkacak ve üç gün sonra Kars’ta yapılacak Aşıklar Bayramı’na katılacaktır. Yusuf darmadağındır. Yirmi beş yıllık boşluktan sonra rüzgar gibi bir geliş ve hiçbir açıklamaya niyetli olmadan aynı hızla bir gidiş niyeti. Baba aynı zamanda ağır hasta ve görünüşe göre fazla zamanı kalmamış. Yusuf onu Kars’a kendisi götürmek ister, çünkü hikâye böyle bitmemeli. Bir cevap, bir açıklama mutlaka olmalı. Özcan Alper yol boyu bizi enfes bir doğanın içinden geçirir. Kıvrılan yollar, bu yollara kıvrılarak eşlik eden nehirler, ki nehirler de bir yoldur nihayetinde, rengarenk dağlar ovalar, koyun sürüleri, kuş sürüleri. Doğadaki her şey hayatın da, filmin de bir parçasıdır adeta.
Heves Ali Kars’a gitmek ister, fakat bir diğer amacı da kalan sayılı günlerinden dolayı geçmişte kırdığı kalplerden helallik dilemektir. Yol boyu ikisi mezarda, ikisi hayatta dört kadını ziyaret eder. Mezarın üstünde saz çalar, türkü söyler. Adeta modern bir Karacaoğlan’dır. Geçtiği her yerde bir aşk yaşamış ve arkasından kırık bir kalp bırakmıştır. Yüz yüze geldiği kadınlarla da sadece saz çalar, türkü söyler. Bildiği tek dil budur. Fakat oğlunda bu dili de kullanmaz. Yusuf’un bütün ısrarlarına, krizlerine, ağlamalarına rağmen suskunluğunu bozmaz.
Yusuf, doğup büyüdüğü Arkanya’dan geçtiklerinde kendi çocukluğuna rastlar. Babasıyla berbere, fotoğrafçıya gittiği, sokakta yürüdüğü çocukluğu… O sevecen babanın tavrından beklenmeyecek şeydir karısını terk etmesi, oğlunu yıllarca aramaması. Yusuf’un yine sinir krizi geçirdiği bir anda ağzından güçlükle şu cümleler dökülür Heves Ali’nin: “Sizden uzakta olursam daha iyi olur sandım. Düşünemedim ananın başkasıyla evleneceğini.” Nasıl olsa annesi yapar deyip çocuğun tüm sorumluluğundan sıyrılmaya çalışan ve kadının kendini feda etmesi gerektiğini düşünen tipik erkek mantığı.
Settar Tanrıöğen’in muhteşem oyunculuğuna rağmen Heves Ali’ye sempati duyamadım ve empati kuramadım onunla. Oysa herkes ona karşı çok anlayışlıdır. Sanatı önünde eğilir insanlar. Zamanında deli gibi aşık olduğu, uğruna türküler yaktığı ve günün birinde yüzüstü bırakıp gittiği Zerre Kadın (Laçin Ceylan) bile Yusuf’un babasına anlayış göstermesini ister ve karşılaştıkları kısacık anda şunu der: “Olan oldu, geçen geçti. Hepimizin payına da ayrı hikâye düştü. O da böyle biriydi işte. Ama Hak biliyor ki hiçbir zaman kötü biri olmadı. Onun kalbi sazı için attı.”
Saz sevgisi, geride bu kadar acı hikâye bırakıp giden birini aklamaya yeterli mi, bilemem. Yusuf da ikna olmuyor ama yolculuk boyunca sevmeye başladığı da, yıllardır bir babaya duyduğu özlem de gözümüzden kaçmıyor. Heves Ali yoğun bakımdayken kasketini eline alır Yusuf. İçinde çekildikleri tek fotoğrafı vardır. Cemal Süreya’nın “Kasketimi eğip üstüne acılarımın” dizesi capcanlı belirir gözümüzün önünde. Bu onun yükünü daha da ağırlaştırır. Yıllarca öz babası tarafından terk edilmiş bir çocuk olarak yaşayan Yusuf şimdi hep babasının kafasının içinde olduğunu fark eder. Ama artık çok geçtir.
Tıpkı Settar Tanrıöğen gibi Kıvanç Tatlıtuğ da müthiş bir oyunculuk performansı sergiliyor. Dağın arkasındaki köyde oturduğu sofrada Hızır kömbesi ve zerevet yemesini de çok sempatik buldum. Kimselerin pek bilemediği bu yöresel tatların –özellikle de zerevetin– bir filmde yer alması alışık olduğum bir durum değil.
Filmin müzikleri de Cem Erdost İleri tarafından yapılmış, oldukça etkileyici müzikler.
Helalleşme kavramını ve Heves Ali’yi aklama çabalarını çok itici bulsam da filmi çok etkileyici buldum. Yer yer gözyaşlarıma engel olamadım ve yönetmenin Yusuf’u her acıdan sonra suyun başına oturtmasını da geçmişe dair hiçbir kirin, acının, ağrının temizlemeden geçilmemesi gerektiğine yordum.
Roza Alkan