Derya Sönmez’in, 19. Uluslararası Ankara Öykü Günleri kapsamında yaptığı “Mübadele’nin Öykücülüğümüze Yansıması / Bir İmkân Olarak Yersizlik Duygusu” başlıklı konuşmasının metnini sunuyoruz.

Mübadeleyi diğer göçlerden ayıran en belirgin özellikler anlaşmalara dayalı, karşılıklı, zorunlu ve geri dönüşsüz olmasıdır. Bu konunun öykücülüğümüzde çok sınırlı yer aldığını görüyoruz. Mübadeleden hemen sonra Yunanistan’da çok sayıda roman ve öykü yayımlanmasına rağmen bizde uzun süren bir suskunluktan sonra, daha geç dönemde eserlere yansımaya başlaması dikkat çekicidir. Mübadele edebiyatımızda öyküden çok romana konu olmuş, genelde ikinci, üçüncü kuşak mübadiller aracılığıyla yazılmıştır. Davranış kodları ve kimlikleri farklı olan toplumların, ortak bir acıya farklı anlamlar yüklemesi anlaşılabilir bir durumdur. Toplumlar da tıpkı bireyler gibi büyük bir acıyla karşılaştıklarında o acıyla baş edebilmek için üzerini kapatmaya, yok saymaya eğilim gösterebilir. Herkül Millas araştırmalarında ortak bir acının iki ülke edebiyatına neden bu kadar farklı yansıdığını incelemiştir. Millas bizdeki bu suskunluğu şöyle yorumlamaktadır. Yunanlılar için mübadele askeri bir yenilginin sonucudur, dolayısıyla gurur kırıcı bir olaydır. Türkler için ise askeri bir zaferin ardından geldiği için görece daha az travmatik bir olay olduğu varsayılabilir. Türkiye’ye göç eden mübadiller daha az sayıdadır ve okuryazarlık oranları düşüktür. Bunun dışında bazı siyasi nedenler etkili olmuş olabilir. O yıllarda milli bir kimlik, bir ulus devlet yaratma hedefinin baskısı altında kayıp vatana göndermede bulunmak iyi karşılanmamaktadır. Türk tarafı daha önce de Balkan Savaşı nedeniyle göç olayını yaşadığı için bu konuda daha deneyimlidir.

Öykücülüğümüzde mübadeleyi doğrudan konu edinen ilk örnek, Sabahattin Ali’nin “Çirkince” adlı öyküsü kabul edilmektedir. 1947 yılında yazılmış olan öykü, Sabahattin Ali’nin “Sırça Köşk” adlı kitabında yer almaktadır. Sabahattin Ali bu öyküsünde, mübadelenin ekonomik sonuçlarını göstermekte, mübadillerin yeni yurtlarında haksızlıklara uğrayarak zor durumda bırakıldığını anlatmakta, devleti ve düzeni eleştirmektedir. Öykünün bir diğer izleği, bir yere ait olmakla, yeni gidilen bir yerde “eğreti” olarak yaşamanın farkını ortaya koymasıdır.
Mübadeleye ilgi gösteren yazarların başında Necati Cumalı gelmektedir. Cumalı Florina’da doğmuş, üç yaşındayken ailesiyle birlikte Urla’ya göç etmiştir. Necati Cumalı’nın Rumeli’yi anlattığı en önemli eserleri, “Makedonya 1900” ile “Viran Dağlar”dır. “Makedonya 1900″de yer alan öykülerinde Balkanlarda yaşanan olayları ailesinden dinlediği anılardan yola çıkarak hikâye etmiştir. Cumalı, “Yeşil Bir At Sırtında” adıyla yayımladığı günlüklerinde bu öyküleri yazabilmek için Makedonya’ya yaptığı yolculuktan bahsetmektedir. Cumalı öykülerinde Rumeli coğrafyasının kasabalarını, köylerini, dağlarını, ovalarını tanıtır, tasvir ederken kayıp vatanı dille yeniden kurmaktadır.

Mübadele öyküleri yazan bir diğer yazar Feyza Hepçilingirler de mübadildir. “İşte Gidiyorum” adlı kitabında göç olgusunu çok geniş anlamda ele alan yirmi öykü yer almaktadır. Bunlardan üçü mübadeleyi anlatan öykülerdir. Bu yazarların ortak noktası, milliyetçi söylemden uzak, her iki tarafa olabildiğince eşit mesafede bir anlatı kurabilmiş olmalarıdır.
2000’li yıllarda Yunanistan tarafında bu konuya ilgi azalırken bizde mübadele konusu yeniden keşfedilmiştir. 2001 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı kurulmuştur, vakıf tarafından “Mübadele Öyküleri Seçkisi” yayımlanmıştır. Günümüz öykücülüğüne baktığımızda Aysun Kara, Hakkı İnanç, Celal Özcan, İskender Özsoy, Firdevs Tuncay mübadeleyi öykülerinde işleyen yazarlardır.
Jacques Ranciere tarihsel belleğin önündeki en büyük tehlikenin söz fazlalığı olduğunu söylemektedir: “Erk sahibinin söylemi, ötekinin, susanın sözüne el koymaktadır. Bunu, onu çalarak, onun yerine konuşarak, onun sözünü çarpıtarak yapmaktadır.” Ranciere’e göre “bu dilsiz ses bize mezarın taşından, kayaların gözyaşından ulaşan sestir.” Edebiyatın sağladığı tanıklık, sesi bastırılanın hikâyesini duymamızı sağlar, bu yüzden önemlidir.
Mübadiller yeni yurtlarında uzun süre kimlik karmaşası ve aidiyet sorunları yaşamışlardır. Geldikleri yerde kimliklerinden dolayı ötekileştirilirken göç ettikleri yerde kimliklerini ispat etmek zorunda bırakılmışlardır. Göçü tanımlayan ve edebiyata konu olan iki kavram “aidiyet” ve “kimlik” kavramlarıdır. Göç sadece bir mekân değişikliği değildir. Fiziksel olarak zor bir süreç olsa da kuşaklar boyu onarılamayan bir yaraya dönüşmesinin asıl nedeni, yeni topraklara ait olamama hissi ve yeni kimliğe uyumda yaşanan güçlüklerdir. Göç eden insanlar çoğu zaman ne geldiği yerden kopabilmekte ne de gittiği yere bağlanabilmektedir. Hayat hep bu gerilim hattında, yitirdiklerine yanarak geçmektedir. Mübadeleyi anlatan yazarların çoğu bir aidiyet arayışı içerisinde, yitik yurdu yeniden kurmaya gayret etmişlerdir. Kayıp da olsa, her defasında dille yeniden kurulmak zorunda da olsa bir yurda, bir yerleşiklik duygusuna ihtiyaç duymuşlardır.
İrlandalı şair Seamus Heaney şaire gücünü veren şeyin yer duygusu olduğundan bahseder. “Bir yerin havasını solumuş olmak, bir ovaya ya da tepeye bağlanmış olmak, taşlı toprağı işlemiş olmak şaire güç verir,” der. Bize kim olduğumuz sorulduğunda bir tarihle, bir mirasla bağ kurmak zorunda kalırız. Kendimize ait bir yerimizin olmasını, yer duygusuna, yerleşiklik duygusuna sahip olmayı isteriz. Bu sonradan görüp sevdiğimiz herhangi bir yer değil, çocukken gölgesinde uyuduğumuz ağacın bulunduğu yerdir. Daha sonra oradan nefret etmiş, kaçmak istemiş olsak da o ağacın orada durmasını isteriz. O ağaç orada durduğu sürece başka konularla ilgilenebiliriz, o zaman bir yurda ihtiyaç duyduğumuzu bile hissetmeyiz. Fakat ağaç bir gün kesilirse, kovulursak, sürülürsek, bir daha oraya dönmemiz yasaklanırsa işte o zaman sıla özlemi, bizi biz yapan her şeyin rengini değiştirir. Jean Amery “Bir yurda ihtiyaç duymamak için önce ona sahip olmak gerekir,” der. Bu mümkün müdür? Günümüzün dünyasında insan kendisini bir yere ait hissedebilir mi? Bugün bizim “yerleşiklik duygumuzu” sadece sınırlarda bekleyen milyonlarca göçmen ya da bir gün bizim de göçmen olabilme ihtimalimiz tehdit etmiyor. Şehirlerimiz, kasabalarımız her geçen gün değişiyor, hafıza noktalarımız kayboluyor. Çocukken ekmek aldığımız bakkal artık yok. Doğduğumuz ev yıkılmış. Sokakların adları değişiyor. Bugün zeminin ayağımızın altından kaydığı duygusunu her zamankinden fazla hissetmekteyiz. Her yerin birbirine benzediği, sonuçta hepsinin “hiçbir yere” dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bu günün yazarı için “yersizlik duygusu” belki de kaçınılmazdır.
Yazarın kayıp da olsa bir yurda ihtiyaç duyduğundan söz ettik. Bunun tersi de düşünülebilir. “Yersizlik duygusu” yazar için bir imkân da oluşturabilmektedir. Çoğu zaman yaratma motivasyonu bir eksiklikten, yoksunluktan kaynaklanır. Yazmak aslında bir eksiği tamamlamak, bir çatlağı onarmak, bir gediği tıkamaya çalışmaktır. Deleuze, “Bir imkansızlıklar bütünü yaratıcının soluğunu tıkamıyorsa o bir yaratıcı değildir,” der. Yazarın hissettiği darboğaz, aynı zamanda yazara bir imkân sağlamakta, bir geçit açmaktadır. O hâlde yazara düşen kapatmaya, onarmaya çalıştığı bu yarığı edebiyatının merkezine taşımaktır.
Derya Sönmez
Ellerinize sağlık. Her ne kadar annem ve ailesi 1938 yılında II. Dünya Savaşının başlaması ile Bulgaristandan göç ettiyse de ben “mübadele” denen olayı Ayvalık Cunda Adasına yerleştikten sonra gördüm, dinledim ve yoğun olarak bulabildiğim kaynakları okudum. Dediğiniz gibi mübadil aslında “arafta” kalan bir insandır. Ne geldiği yere, anılarına dönebilir, ne de geldiği yerde kabul görebilir. Bu sadece birinci kuşak için değil, izleyen iki üç kuşak için böyle olmuştur. Bir taraftan çocuklarını bundan korumak için ilk kuşak onlara geldikleri yerin dilini bile öğretmekten kaçınmış, öte yandan torunlarının çocukları bile “yerliler” tarafından “mübadil” olarak damgalanmaktan kaçınamamıştır. Acıdır.
Mübadiller “bi acayip” insanlar.
Konu senelerce “bir sıla özlemi, yurdundan koparılıp alınan garibanlar” melankolisiyle işlendi.
Mübadil bir dededen olma ana-babanın çocuğuyum. Yıllardır okuyup-yazma eşinmesi yapıyorum. İlk fark ettiğim, “mübadil” denen kişiler -en azından yaşadığım çevrede- yazılı olanın gücüne inanmıyor, günlük, not tutmuyor, evrak, belge saklamıyor, ardında yazılı bir şey bırakmıyor.
Çocukluğumda dedemin ahırında iki sandık kağıt vardı. Sonra sonra yok oldular. Dayıma sordum,”Yok öyle bir şey,” dedi çıktı. Biraz üsteleyince de “Yaktım,” dedi.
“Bi acayip” dememin nedeni şu;
_İşi yazla duygusallığa boğmuyorlar, (iki kadeh şarap parlatıp “nedir bu bülbülün gülden çektiği,” diye diye ağlayanı da gördüm, o başka…)
_Bu günde, burada yaşadıklarını biliyor, içlerindeki “kuşku canavarının” dürtüsüyle çok çalışıyorlar,
_Güzel içiyorlar, yapma rakının, şarabın ordünaryusları var aralarında,
_Birinden bir şey istemenin, bir karış yeri ekmeyip işsiz pineklemenin, keçi, tavuk, köpek sahibi olamadan yaşamanın iyi olmadığını biliyorlar,
_Günlük hayatlarında her zaman “neden?” sorusunu soruyorlar, merak ediyorlar,
_Daha uzar bu liste,
Yazmayı aşk, tutku, meslek edinen bazı kişiler, her konuyu içi boş bir duygusallığa sıvamayı seviyor. Fazla arabesk yaklaşıyoruz her şeye. Mübadele, mübadil konusuna da öyle.
Böyle düşünüyorum.
NOT: Arabesk yaklaşım nitelemem Derya Sönmez’in önemli vurguları paylaşan yazısı için değil. Bu yerinde değinmelerin altında düşündüklerimi paylaştığım için yazıya bir eleştiri olarak algılanmasın lütfen.