Başlarken
Yedi yıl oldu. Deyim yerindeyse, Avustralya’nın kentler filosunun amiral gemisi Sydney’de Avustralya Müzesindeki bir sergiye gittik. Azteklere ait eserler sergileniyordu. Sergiyi gezerken her zamanki gibi Türkçe konuşuyorduk. Bir ara yanımıza güvenlik görevlisi geldi. Bizi duymuş. “Ben de Türküm, bu müzede yıllardır çalışıyorum. Ama ilk kez sergi gezen Türk görüyorum,” dedi. Bilindiği gibi, Sydney, Avustralya’da en fazla Türkün yaşadığı kenttir.
Anımı buraya almamın nedeni, Oğuz Atay’ın, ömrü yetmediği için tamamlayamadığı Eylembilim romanındaki baş karakteri, kırklarındaki matematik kürsüsü profesörü, Server Gözbudak’ın, “Tanzimat’tan beri ülkemizin mutlu azınlığının tanıdığı bir aydın ürününün temsilcisi” saydığı yaşlı meslektaşı Refik Beyin Paris gezisinde bir müze görmeden ülkeye döndüğünü anlatmasındandır.
Eylembilim
Eylembilim, Oğuz Atay’ın diğer romanları, Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar gibi tam bir kara mizah örneğidir. Yarattığı karakter Server Gözbudak, gerektiğinde cesurca başını ortaya koyacak bir dava adamını çağrıştıran adıyla, an yerinde gözünü budaktan esirgemeyen çıkışlar yapabildiği gibi, muhtemel bir faşist saldırıya karşı fakültesinin bir grup öğretim üyesi ve öğrenciler tarafından savunulması sırasında hademe yatakhanesinde uzanıp uyuyan çelişkili bir karakter, kendi sözcükleriyle “mustarip bir ruh”tur.
70’lerde yaşayan hem kendine güvenli ve hem de güvensiz Türk aydınının kararsız dünyasının içinden ülkenin ekonomi-politik ve sosyal yaşamındaki karşıtlıklara neşter vuran yazar, Osmanlılık ve Avrupalılık, ülkenin doğusu ve batısı, klasik Türk ve Batı müziği ya da kısaca doğu ve batı, işçi sınıfı ve burjuvazi gibi karşıtlıkların yanı sıra samimiyet ve hesaplılık, bireycilik ve toplumculuk, statükoculuk ve maceracılık, insancılık (hümanistlik) ve şovenistlik vb. gibi birbirine zıt bireysel eğilimleri de romanında ele alır.
Oğuz Atay’ın üniversitede mühendislik alanında öğretim üyesi olduğu ve 1977’de öldüğü anımsanacak olursa, Eylembilim, yazarından ve zamanından ayrı tutulamayacak bir kitaptır: Baş karakterin matematik bölümünde profesör olması, üniversite “hocalarının” aralarındaki gerçekçi ilişkiler, birbirlerini iğneleyen üst düzey diyalogları, “içerden” bir bakışı ve anlatımı akla getirir. Romanın başlangıcında, tüm Avrupa’da olduğu gibi ülkemizde de, yüksek bilinçli 68 kuşağının alevlendirdiği öğrenci olaylarının ve üniversite işgallerinin, iktidar güçlerince kontrollü ya da kontrolsüz şekilde “çığrından çıkarıldığı” günler anlatılmaktadır.
Üniversite İşgali
O yıllarda, senatolarla yönetilen, öğretim üyeliği sorumluluğunun öne çıktığı, öğretimlerinin kalitesiyle tanınan üniversiteler saygı çeken kurumlardı. Romanda, işte bu tür bir Fakültenin olası yabancı işgaline karşı yaptığı hazırlık, silahlı bombalı bir savaş hazırlığı heyecanıyla ve ironiyle anlatılır.
1968’de İstanbul Üniversitesinin işgali sırasında, başka bir üniversitenin birinci sınıfındaydım, fakat kaldığım öğrenci yurdu işgaldeki üniversitenin yanıbaşındaydı. İşgal günlerinden birinde, merakla ne olup bittiğini anlamak için açık tutulan yan kapıya seğirttim. Kapı nöbeti tutan öğrencilerden, içeri girebilmemin ancak gece mümkün olacağını öğrendim. Ziyaretin bir giriş kartıyla yapıldığı söylenerek elime bir kağıt parçası tutuşturuldu. Kağıtta, işgal komitesinin mührü ve bir komite üyesinin imzası vardı. Bu kağıdı yıllarca sakladım. Ne derler: “Üç taşınma bir yangın.” Yaşamımda en az üç yangın geçirdiğimden olacak, sakladığım tarihi belge kim bilir hangi kitabın sayfaları arasında kaldı, onu hangi son bekledi bilemiyorum.

Gece yarısına doğru, giriş belgemi gösterip yüksek duvarların arkasındaki üniversite bahçesine geçtim. Şaşılacak kadar tenhaydı. Normal koşullarda yapamayacağım şey, Beyazıt Meydanı’na bakan ana kapıya komşu olan Rektörlük binasına girmek olabilirdi. Hukuk Fakültesini arkama alarak merasim yolundan yürüdüm. İki öğrenciyle karşılaştım. Yanımdan konuşarak geçip gittiler. Binanın önüne geldiğimde kimseyi göremedim. Kapı açıktı, girdim ve içeride dolaşmaya başladım. Etraf loştu. Gene de, yarı açık süslü bir kapı gördüm. Orası rektörün odası olmalıydı. İçeri süzüldüm. Manzara, bir alt üst oluşun fotoğrafıydı. Militan bir öğrenci, yarı karanlıkta daha da büyüyen gösterişli bir masanın arkasındaki rektör koltuğunda uyuyordu. Buraya kadar belleğim net. Gelgelelim, o öğrencinin, kucağında bir silahla uyuduğunu görerek hızla geri dönüp odadan çıktığımı bugünkü gibi anımsıyorsam da, bellek denilen susuz kuyunun havasız dibinde yarım asır kalan bir anıya güven olmaz diyerek, ilk işgallerden birinin masumiyetine gölge düşürebilecek bir beyandan kaçınmak adına burada kendimi yalanlamak da isterim.
Kapitalizm
“Bu toplum için yapabileceğimiz tek şey, onun çöküşünü hızlandırmaktır. Kapitalizmin sona ermesi için elimizden geleni yapmaktır.” Bu sözler Server Beyin devrimci arkadaşı İsmet’e ait. O günün anlayışı ve algılama biçimiyle de birebir örtüşüyor… Örtüşüyor örtüşmesine de, insanın “70’lerde Türkiye’de kapitalizm mi vardı?” diye soracağı geliyor. Kadim ticaret ilişkileri üzerine kurulmuş bir karma ekonomi modeli vardı: Yani, burjuvazinin elinin ermediği, gücünün yetmediği veya tercih etmediği alanlarda devletin yatırım yapması. Borsanın “B”sinin olmadığı, bankaların tefecilikten hallice bir sistem içinde çalıştığı yıllardı. Halk, bankerlerin insanları soymasına izin veren aciz yasaların elinde mağdurdu. Atilla İlhanvâri soracak olursak: Hangi Kapitalizm?
80’lerin başında, çalışmak ve yaşamak için Avustralya’ya gittiğimizde ilk fark ettiğim, parklarda “ÇİMENLERE BASMAYINIZ” tabelasının olmayışıydı. Bizde ise, o yıllarda her yeşil alanın köşesine yerleştirilen bir tabelaydı. Göz alabildiğine uzanan yemyeşil parklarda hasret giderircesine çimenlerin üstünde gezinerek ve bazen de yuvarlanarak, bu içselleştirilmiş garip yasak korkusunu hızla üstümden atmaya çalışırdım. Dikkatimi çeken diğer olgu, Avustralya kapitalist ekonomiye sahipti. Toplumun hayat damarlarının tamamı, Lenin’in “Kapitalizmin son aşaması” dediği Tekelci Kapitalizmin gereklerine uygun bir düzen içindeydi ve sistem saat gibi işliyordu. Köyü ve köylüsü olmayan bir ülkeydi. Büyük arazi sahiplerinin ve üretimle tüketimi elinde tutan uluslararası tekellerin hegemonyasındaydı. Ve evet, bakkallar yerine süpermarketler vardı. Her yerleşim yeri, aynı şirketlerin elinde ve benzer bir görünümdeydi. Öte yandan, sosyal devlet anlayışı da ağır basıyordu.
Ülkemizde, kökleri köye ve köylülüğe bağlı, bir kısmı devlete çalışan işçi sınıfını devrimci bir güce dönüştürme hayaliyle yıllarca havanda su mu dövülmüştü? Sosyalizmin inşası için önce kapitalist olmak gerekmiyor muydu? Yoksa, olguları ayan beyan görenlerin başka amaçları mı vardı?!
İntihar
“Elbette ölüm, yani bizim tanımlamaya çalıştığımız intihar eylemi, kendini yetiştirenlerin eylemidir. Toplumdaki yürümeyen budalılıkları, kendi kişisel dertleri olacak kadar duyanlar onlardır.”
Oğuz Atay gibi duyarlı bir bireyin, intihar konusunu ele alması rastlantı değildir. Eylembilim’den alıntıladığım yukarıdaki ifade, bir yazara değil de, sanki bir sosyoloğa veya psikoloğa ait olacak denli yerinde bir saptamadır. Dostoyevskivâri bir tespittir. Toplumsal gidişatı, saçmalıkları, kötülükleri “kendi kişisel dertleri” sayanlar ve içselleştirenler ölür. Bu kadar basittir. İntiharla ölür. Kanserle ölür. Aynı şeydir. Kanserin oluşmasında, genlerin etkisi ve bedenin/organların kötüye kullanılması ve zehirleyici dış etkiler kadar, aileden geçen ya da karaktere bağlı düşünce tarzı da belirleyicidir. Beyin mesajı alır ve gereğini yapar. Konuya yakın bir yazara göre (sanıyorum, Louise Hay idi): “Kanser, toplumca onaylanan bir intihar biçimidir.”
Sonunu, yarım kalan kitabında okura bu derece açık bir şekilde ve güçlü bir sezgiyle duyuran bir başka yazar bilmiyorum. Atay, kahramanına söylettikleriyle, kendisinin de dışında kalmadığı yürek burkucu bir öngörüde bulunmuştur. Son 15-20 yılda, sayısız aydın, düşünen, yurtsever, olanlar karşısında kayıtsız kalamamış duyarlı insanımız kanserden kırılıp gitmiştir. Onlar, parçası oldukları toplumun karşı karşıya kaldığı olumsuzlukları ve hiçbir zaman onaylamayacakları değişiklikleri hazmedemeyen, gelişmeleri kendi değerlerine yönelen bir saldırı sayarak olan biteni kişiliklerine hakaret kabul edip içselleştirenlerdir. Aralarında tanıdıklarım ve karşılaşılan üzücü süreçte yüz yüze konuştuklarım da vardır.
Bitirirken
Atay, romanını özenle adlandırmıştır. Okuyabildiğimiz kadarına dayanarak söylersek: Eylem gibi, spontane olabilen, zamana bağlı, tekrarlanması olanaksız, güvensiz bir fiil; Bilim gibi, tekrarlanabilir, ölçülebilir, koşulları sabit tutulabilir, güvenilir bir alanla bir araya getirilerek yaratılan oksimoron sözcük, “Eylembilim”, romanda ortaya konulan toplumsal ve bireysel çelişkilerin ruhuna tamamen uymaktadır.
Eylembilim’in bize yeniden gösterdiği gibi, Oğuz Atay tekniğiyle, Dostoyevski ve Kafka’nın bileşkesi üzerinde bir biçem tutturmayı başarmış; romanlarının ve öykülerinin dokusunu Türk düşünce tarzıyla ördüğü kadar, toplumdaki güncel tartışmaların canlılığına, gazete haberlerinin tuhaf ve fakat temsilî gücüne de geniş ilgi duymuş yetkin bir yazarımızdır.
Düşünce çiçeğimizi susuz bırakmadığın için teşekkürler Oğuz Atay.
Nazmi Özüçelik
Sevgili Nazmi Özüçelik, hayranı olduğum Oğuz Atay’ın hiç bilmediğim bir eserini tanıtmanız ve göçmenlik deneyimlerinizle harmanlamanız beni çok duygulandırdı. Benzer hayatlar ve zaman dilimlerinde, sağlıklı kalmaya çalışarak, ömrümüzü neşeyle geçirebilmeyi hala ümid ediyorum ve diliyorum. Kaleminize sağlık.
Yorumunuz için teşekkür ederim.