Menekşe Toprak’ın, 19. Uluslararası Ankara Öykü Günleri kapsamında düzenlenen “Öykücülüğümüzde Gurbetçilik, Göçmenlik ve İltica Temaları” başlıklı panelde yaptığı konuşmanın metnini sunuyoruz.

Menekşe Toprak (19. Uluslararası Öykü Günleri, 22 Mayıs 2022)

Türkiye ile Almanya arasındaki işgücü anlaşması geçtiğimiz yıl altmışıncı yılını doldurdu. Köln’de Ford fabrikasında çalışmış olan babam bu ilk resmi işçi göçü kervanından on yıl sonra Almanya’ya gitti. Babamın bu göç tarihiyle ben hemen hemen yaşıtız. Ankara Yenimahalle’de ilk yazı denemelerim sırasında yazıp yazıp çöpe attığım karalamalarımdan birine “Benim hikâyem burada başlamıyor” cümlesiyle giriş yaptığımı ve bunun da neredeyse otuz yıl öncesine dayandığını biliyorum. Üniversite öğrencisiydim, benden başka herkesin yerleşik olduğuna inandığım Ankara’da en çok yazarken yabancılığımı hissediyor, yaşadığımız sokağa dair tek bir hikâyeye bile kendimi ait hissedemiyor, böyle olduğu için de doğru cümleleri kuramıyordum. Aradığım cümleler sonradan kurulabildi ve “Benim hikâyem burada başlamıyor” ifadesi yıllar sonra adını Temmuz Çocukları koyacağım romanımla tamamlandı. Bu cümlenin ilk kurulduğu günlerde bir edebiyat metninde kendine yer bulması mümkün değildi, çünkü yazarının sesi henüz pek cılız, kendine güvensizliğiyse tamdı. Nursel Duruel’in bugün kırkıncı yılı kutlanan bir öyküsünü tanımış olsam, terk edilen o çocuğun öyküsünün yazılmaya değer olduğunu en çok o günlerde kavrardım. Çünkü Duruel’in Geyikler, Annem ve Almanya öyküsü, tam da Almanya’ya giden annenin geride bıraktığı çocuğu anlatıyor. Bu kısacık öykü, küçük kızın gözünde öyle çarpıcı anlatılır ki terk edilenin bütün ruh hallerini, hatta anlatılmayan geleceğini bile öğrendiğimizi sanırız. Bir günde büyüyen, kendi sorumluluğunu almak zorunda kalan, küskün bir çocuktur arkada kalan.

Aslında edebiyatta göçü anlatmak kolay değil, hele ki farklı bir dilin konuşulduğu ülkelere yapılan göçü anlatmak, tanıklıklarından, yaşadıklarından hareketle bir öykünün çatısını kurup uygun bir dil oluşturmak hiç kolay değil. Çünkü kime, neyi ve hangi dilde yazacağınız sorusu dayatır kendini.

Türkçede yazılanları Almancadakilerle karşılaştırdığımızda, o kadar az göç öyküsü ile karşılaşırız ki, bunun pek çok nedeni var bence. Önemli bir neden, böylesi bir göçü doğrudan Türkçe kaleme almış olan Fakir Baykurt, Aras Ören, hatta Berlin’in Nar Çiçeği romanıyla Firuzan gibi yazarların konuyla iki üç nesil önce ilgilenmiş ve anlattıklarının unutulmuş olması. Oysa Almanya’da hiç olmadığı kadar göç hikâyeleri yazılıyor şimdilerde. Eserleri Türkçeye de çevrilmiş olan Emine Sevgi Özdamar, özellikle Anne Dili adlı öykü kitabıyla dünya edebiyatında referans alınan çokkültürlü isimlerden. Öte yandan, anne babalarının hatta dede ve ninelerinin göç hikâyelerini anlatan yeni bir yazar kuşağı var Almanya’da – ki bunlar en çok roman türüyle kendilerinden söz ettiriyorlar. Bu kuşağın temsilcilerinden Deniz Utlu’nun Savrulanlar romanı konuya verebileceğim önemli örneklerden. Savrulanlar Ayrıntı Yayınevi etiketiyle yıllar önce Türkçeye kazandırıldı.

Almanya’ya yapılan göçün anlatıldığı hikâyelerin aslında Türkiye’de öteden beri ilgi görmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun nedenini tahmin etmek zor değil: Olumsuzluklarla yüklü Almancılık, taşralılık, uyumsuzluk gibi kavramlar yıllarca bunu besledi. Bana öyle geliyor ki eğer bu ilgisizlik son yıllarda biraz kırıldıysa, bunu edebiyat değil sinema başardı. Tam adres vermek gerekirse, Fatih Akın’ın Berlin Film Festivali’nde altın ayı ödülünü kazanan Duvara Karşı filmi.

Ama göç devam ediyor. Üstelik mültecilik, göçmenlik 21. yüzyılın en önemli gündem maddesi ve sorunu olmayı sürdürüyor. Böyle olduğu için de göç öyküleri göçü yaşayan yazarın dilinden kolay kolay düşmeyecek – ki örneklerini Türkçede de görebiliyoruz. Berlin’de yaşıyor olup göçü de odağına alan yeni kuşak göçmen yazarlar yavaş yavaş kendilerinden söz etmeye başladılar. İlk öykü kitabı Annemin Kaburgası ile epey ses getiren Burçin Tetik LGBTİ+ bireylerinin öykülerine odaklansa da anlattığı aynı zamanda göçmenlerdir. Berlin’e yerleşen Barbaros Altuğ da romanlarında Türkiye’nin sancılı geçmişine dair insan hikâyelerini yeni göçmenin gözüyle kurguluyor. Aslında göçün anlatımı da ayrılığın, yeni bir ev arama ve bulmanın hikâyesinden başka bir şey değil. 19. Uluslararası Ankara Öykü Günleri kapmasında Öykücülüğümüzde Gurbetçilik, Göçmenlik ve İltica başlığı altındaki oturumda bu nedenle özetle şunu diyebilirim: Göçün öyküleştirilmesinin zorlukları, imkânları ve alımlanması üzerinde çok daha fazla durduğumu hissediyorum şimdilerde, çünkü göçmenliği yazmamak için kendi kendime dirensem de yine de her defasında göçmen bireylerin hikâyelerine yakalandığımı biliyorum artık.

Menekşe Toprak