Toprak Işık, Kutsal Hayat Üçlemesi’nin son romanı “AMA” hakkında Vildan Çetin ile söyleşti.

Vildan Çetin

Bugüne dek yaptığın işlere baktığımızda, farklı alanlarda ürünlere imza attığını görüyoruz. Reklam sektöründe yaratıcı yönetmensin, çizgi film senaryoları yazmışsın, çocuk şarkıların var, “Medya ve Toplum” ismindeki kitabın dört yazarından birisin, kültür ve edebiyat dergilerinin yanı sıra bloğun “taze diş macunu”nda da yazıyorsun. Son olarak “Kök” ve “Ses”in ardından “Ama” adlı kitabın ile Kutsal Hayat üçlemeni bitirdin. Tüm bunları üreten Vildan Çetin, nasıl biri? Seni biraz tanıyalım mı?

Yazmak gibi okumaya, okumak gibi izlemeye tutkun, kendini daima geliştirip yenileyerek özellikle yaratıcı yazım teknikleri konusunda nitelikli, farklı dinamiklerde ürünler vermeye aday bir garip ruh mu desek özetle bilemedim. Kendimi bildim bileli, doğrusu şu aslında; okuma ve yazmayı öğrendiğimden beri, hayallerim, zihnim ve kalbimde ne varsa… Kendine dönüklük aşılmaz bir sınır tabi yazar için, dolayısı ile şöyle genişletebiliriz açıklamaya çalıştığım hâli: Etkileşimde olduğum ya da olmadığım ancak hissettiğim ve bir şekilde ruhuma akan her hissi yazarak anlamlandırmaya alışkınım. Şimdi haklı olarak diyeceksin ki, reklam yazarı kökenlisin ve pek çok işi para kazanmak için yapıyorsun. Evet, kapitalizmin ana çarklarından biri reklam. Ancak reklam üretmek için de duyarlı bir ruha ihtiyaç var. İnsanı, arzularını, zayıflıklarını ve güçlü taraflarını bilmeyen, empati kuramayan biri, istediği kadar yaratıcı olsun, asla iyi bir reklamcı olamaz. Sosyal sorumluluk projelerine ve olumlu yönde dönüştürücü etkilerine bakın. Bir markanın YouTube kanalı için yaptığım 37 haftayı kapsayan Hafta Hafta Gebelik projesinin çocuk sahibi olmaya hazırlanan annelere ciddi anlamda destek olduğunu görüp çok mutlu olmuştum. Neredeyse 6-7 milyon kişi tarafından izlenen ve hala izlenmeye devam eden bir seri bu. Kimin yaptığını ise küçük bir çevre dışında kimse bilmiyor.

Kültür, edebiyat ve sanat yazılarında, kitaplarda yazarın adı en başta yazıyor. Okur, yazarın kim olduğunu baştan biliyor. İsme bakarak kitap alımına geçiyor. Yazar egosu diye bir şey varsa, bu bence reklamcılardan çok edebiyatla ilgilenenlerde var. Reklam işlerinde nasıl müşteri müdahalesi ve sonuç beklentisi varsa, kitaplarda da editörlerin yorumları ve yayınevlerinin satış kaygısı var. Ekonomik koşulların güçlüğü, kitapların satış beklentilerini artırdı çünkü. Bu beklentiler basım süreçlerini de yönetmeye başladı. Uzun bir aradan sonra üçlemenin son kitabını yayınlama kararı vermemin ardından, ekonomik kaygıların yayıncılık dünyasını nasıl şekillendirdiğini birebir görme fırsatım oldu.

Ancak tüm bunların üretkenliğimi sınırlandırmasına izin vermemeye çalışıyorum. Orhan Pamuk’un bahsettiği saf ve düşünceli romancılardan biriyimdir belki de.

Farklı bir mecrada bu konuları uzunca tartışmak zihin açıcı olacaktır. Son kitabın AMA ile devam edelim o halde. AMA‘nın kurgusunu ve kişilerini oluştururken hayal dünyanın ve geçek hayatın payı ne kadardır? Birinin daha ağır bastığını söyleyebilir misin?

Kutsal Hayat uzun bir çalışmanın ürünü. Hayal dünyamı gerçek hayattan kopararak başka bir düzlemde olayların ortasına görünmezlik zırhı ile oturtmak ilk başlarda çok kolay değildi. Olaylar ve karakterler tamamen hayal ürünü olsa da paralel bir evrende benim için daima canlı kanlı yaşamaya devam ettiler. Gerçeklik algımı eğip büken de bu oldu. Yarattığı karakterlerin içinden çıkmayı başaramayan yazarın dramı da diyebiliriz buna. Karakterlerin baskısına kapılıp olayların gidişatına yani metnin akışına, duygularına yenik düşerek yön vermek en berbat yazar zaaflarından biri. Doğal akışkanlığı korumak hem karakterlerin hem de yazarın uyanık bir zihne sahip olmasına ihtiyaç duyuyor. Karakter dediğin yaratıklar, yazarı yenmek üzere tuzaklar kurup hazır bekleyen düşmanlardır. Sürekli baskı yaparlar. Metnin istedikleri şekilde akması için yazarı ele geçirmeye çalışırlar. Karakterler hem birbirleri ile hem de yazar ile çeşitli ortaklıklar kurarlar. Nefret veya sevgi, hangi temelde olursa olsun, ortak bir zihnin içine akarak metni yönetmenin ne denli güç olduğunu, üçlemenin son kitabını yazarken net olarak fark ettim. Hayal beni tam anlamı ile ele geçirirken, kelimelerden yarattığım farklı dünyalar, ayaklarımı sıkıca basmaya çabaladığım ancak her halükarda kaygan zemini oluşturuyordu. Bu zorlu dönüşümü, hayalin gerçeği ele geçirmesi olarak görürsek, hayal kurma tarafının ağır bastığını söyleyebilirim.

Roman karakterlerinden Selin’in kendisinden memnuniyetsizliğini sence nasıl değerlendirmeliyiz? Gerçek hayatta bu memnuniyetsizliği yaşayan bireylerin yaygın olduğunu düşünüyor musun? Eğer düşünüyorsan sence bunun sebebi nedir?

“Yazar yorumlamamalıdır. Ama niçin ve nasıl yazdığını anlatabilir.” Umberto Eco, Gülün Adı romanıyla ilgili bir söyleşide bu cümleleri kuruyor. Bu yüzden, birazdan Selin’in duygu durumu hakkında vereceğim yanıtla doğru bir şey yapıp yapmadığımı bilemiyorum. Eco’nun affına sığınarak devam edeyim sözlerime.

Selin memnuniyetsiz değil, çaresiz. Ama’nın sonunda verdiği karardan dönüş yolu bulmasın diye, kitaptaki tüm karakterlerin üstüne nasıl çullandığını okudun. Bu gerçek hayatın bir tezahürü. Bazen verdiğiniz korkunç bir karardan dönmeniz için küçük bir destek yeter. Halbuki Selin sadece yapayalnız değil, hayata karşı yenik görünmesine neden olan yanlış kararları sürekli yüzüne vuran, hesap soran, aşağılayan, iten, kakan insanlarla çevrili. Bu insanlara karşı bir bedel ödemesi gerektiğine inanıyor. Bu insanların mutsuzluğunun nedeni olarak kendini görüyor. Buna inandırılmış. Ne Ece, ne de Erdal biz beceriksiz, egoist, beş para etmez tipleriz, kaç kurtar kendini bizden diyor. Aksine, Ece ve Erdal ilişkilerinin bozulmasının sorumlusu olarak Selin’i görüyor. Sanki Selin olmasa her şey güllük gülistanlıkmış gibi bir durum yaratmışlar. Selin de bu oyuna geliyor. Zaten yılmış. Yaşam amacını kaybetmiş. İnsan bazen yaşam amacını sonsuza dek kaybettiğine inansa da yenilenmeyi becerebilir. Çoğumuzun başına gelmiştir. Yeni arzular, hedefler; değeri tartışılır olsa da pek matah görünen ve kesinlikle sadece bizim tarafımızdan yapılabilecek şeyler koyarız geleceğe. İşte bu şeyleri pozitif bir çerçevede tutmayı başarma gücünü kendimizde buluyorsak ve çevremizdekilerin desteği de bizi bu yöne itiyorsa, ne âlâ. Savrulmak, sürüklenmek ve bunun yarattığı iç bulantısı herkes gibi Selin’in de bir yere kadar tahammül edebileceği bir duygu. Sürekli sürekli bu hisle var olmaya çalışmanın onu tümden bir vazgeçişe götürmesi ise kaçınılmaz.

Erdal ve Ece’nin herkesi ve her şeyi eleştiren bakışlarının gerçek hayatımızda karşılığı var mı? Yani böylesi bireylere ne ölçüde sık rastlanıyor? Okumuş kesimde daha fazla görülen bu tutumun sebebi sence nedir?

Ben beceremedim demek en zoru olabilir. Okumuş yazmış kesimde bu çok var. Özellikle bir şekilde hayata ağzında altın kaşıkla doğanlarda, yaş aldıkça karşılaştıkları kötü durumların nedeni olarak başkalarını gösterme kolaycılığı sıkça görülüyor.

Erdal ve Ece, berbat ailelerden gelmiyor. Orta sınıf refahına sahipler. Alışkanlıkları da öyle. Ancak nedense ilişkilerinin dinamiğini oluşturan ana hat, mutsuzluk üstünden geçiyor. İkisi de birbirine rahat vermiyor. İkisi de şikayet ediyor. Ancak birbirlerinden vazgeçemiyorlar. Bir rakı masasına kurulup ‘yahu ne boktan iki karakteriz, kim bizi böyle yazdı’ diyecek cesaretleri yok. Tüm sorunların kaynağı olarak Selin’i ve onun vesilesi ile hayatlarına dahil olan Talat Kavak’ı göstermek bu iç hesaplaşmaya girişmekten çok daha kolay bir yol. Sadece çok güçlü ruhlar, sorunun kendilerinde olduğunu tespit ve itiraf edebilir. Dikkat etmişsindir, Ece ile ile Erdal’ın tüketici tavırlarının dışa vurumu da farklı. Evet Erdal agresif, evet ezik, ancak hiç olmazsa Ece’ye göre, kendine karşı daha dürüst. Basit zevkleri olduğunu kabul ediyor. Ece gibi önüne geleni eleştirip kendini temize çıkarırken, bulunduğu durumun suçlusu olarak bu insanların yapıp ettiklerini göstermiyor. Bunu söyledim diye Erdal’ı beğeniyorum sanılmasın. Ağzı bozuk insanlardan pek haz etmiyorum. Ece’nin derinlikli olmaya özen gösteren, sorunlu ancak entelektüel kimliğini de araya sıkıştırmayı ihtimal etmeyen serzenişlerini okumak daha keyifli.

Diğer kahramanlarla arasında kuşak farkı bulunan TK’nın kurgudaki işlevini, günümüz toplumunun geçmişten getirdiği miras ile çatışması olarak yorumlayabilir miyiz? Bu yorumun doğru ya da yanlış olmasından bağımsız olarak ülkemizde böyle bir çatışmanın olduğunu düşünüyor musun?

TK yani Talat Kavak, bir Osmanlı asilzadesi. Geldiği aile nedeniyle aslında halktan yani o zamanın toplumundan kopuk. Bu günlerde bizlere tekrar ısıtılıp sunulmaya çalışılan bir sistemin en üst tabakasından. Hal böyleyken dahi, onun üstten bakan kimliği, toplumsal dönüşümün çarkları arasına sıkışmış modern insanın çaresizliğini gösteren bir ayna. O kadın ve erkek ilişkilerinde farklı dinamiklerin olduğu bir dönemin son şahitlerinden. Kalbi daha çocukken paramparça edilmiş. Kadınlardan uzak olmayı seçtiği münzevi hayatı, üstün bir zekanın ürettiği delilikler ile kendine akacak bambaşka bir yol bulmuş. Bu yolu anlayacak karakterler Ece veya Erdal değil. Kimi insanlara uzaktan baktığınızda yalnızlıkları sonsuz bir kara delik gibi sizi de içine çekecek diye korkarsınız. Talat Kavak’ın koruma kalkanı bu his. Bu hissin, yani sonsuz ve bilinmeyen karanlığın içinden geçebilen bir kişi var: Selin. Eğer Selin olmasa, yanık köşkte kendi deliliğini büyüterek yok olacak. Kendi deliliği ile yarattığı kara delikte, diyelim buna. Ancak Selin, basitçe bir ışık yakıyor. Bir kurtuluş yolu açıyor. Bu kurtuluş yolundaki sorguların devamında, yeni cumhuriyetin adetleri gibi kadınlarını da anlamak, kabul ederek yenilenmek arzusu var. Bu arzunun, aile olmak ile, nefret edilen aileden kalan anıları sonsuza dek silmek arasına gerilen ipteki salınımını Ece bozuyor. Talat Kavak eskiye özlem duymuyor. Özlem duygusu annesinin ölümü ile yerini nefrete çoktan bırakmış zaten. O eskinin zaaflarını anımsayarak tüketmeye çalışıyor ve yenilenmek için alan açma amacında. Selin ise Ece’nin bu alana daha çok yakışacağına inanıyor. Çünkü Talat Kavak’ın eski sistemin incelikli öğretilerini aktarabileceği özel bir insan olarak görüyor kardeşi Ece’yi.

Eskinin yeni ile çatışmasını, şu geldiğimiz noktadaki kaba saba yaşam kültürünün yenilenmeye karşı ayak diremesi olarak görmek haksızlık olur. Kitaplarımdan birinin adı bu yüzden Kök. Biz kökleri olan bir ülkenin insanlarıyız. Bu köklerin yükseldiği ağacın yapraklarını bugün oryantalizmin nameleri sallıyor. Oysa kültür bir tercihtir. Toplumları ileriye taşıyacak değerler de geçmişten gelmiyorsa, hep güdük kalır. Dolayısı ile Talat Kavak’ın yetiştiği ortam ile şu anki iktidar arasında dağlar kadar fark varken bu çatışmanın olmadığını düşünmek Polyannacılığa girer.

TK’nın roman zamanına yabancı olan dilini oluşturabilmek için nasıl bir yöntem izledin?

Her karakter için kelime çalıştım. Ne yer ne içer, nasıl konuşur, kendine bir kahve ısmarlarken veya bira, garsona nasıl hitap eder. Sinirlenince yani ağzından çıkanı kulağı duymayacak duruma gelince ya da sevinçten ayakları yere basmadığında kendini nasıl ifade eder. Bu reklamda öğrendiğim bir yöntemdi. Olayları yazdım. Karakterleri genel hatları ile yazdım. Kelimelerden karakterleri üretmeye başladım. Her şey iyi gidiyordu. Ancak Talat Kavak hep eksik kalıyordu. Türkçe olarak yani Latin alfabesi ile çok eski metinleri okusam da tam anlamı ile karakterimin duygularını verecek cümleleri kuramıyordum. Selin ile Talat Kavak’ın diyaloglarında sıra Talat’ın cümlesine geldiğinde yazdığım cümleyi ertesi gün okurken, o ağızdan o kelime kerpetenle çeksen çıkmaz çok basit bu, diye kızıyordum kendime. Sonra anladım ki, kelime haznemi genişletmeli, kelimelerin köklerini ve türetme biçimlerini eski kullanılan dil üstünden de öğrenmeliydim. Osmanlıca kurslarına gittim. Osmanlıca sözlükler aldım. Sürekli onları okudum. Kelime seçtim. Fakat hala eksikti Talat Kavak. Sadece Osmanlıca kelime öğrenmek onu anlatmak için yeterli değildi. Tasavvufa, daha doğrusu mistik metinlere, mitolojiye oldum olası ilgim vardı. Bu kez o tarafa yöneldim. Kabala’dan başladım, Hermesçi rahiplere geçtim derken anladım ki benim karakterim bir Heme ost. Her şeyi onda bulabilir, ondan bilebilirdim artık.

AMA’da genel olarak huzursuz bir atmosfer olduğunu, kahramanların yaşadıkları dünya ile barışık olmadıklarını söyleyebilir miyiz? Günümüz edebiyatında sık rastladığımız bu durum sence neden kaynaklanmaktadır? Bu bağlamda bir edebiyatçı olarak, günümüzde ülkemiz insanının iç dünyasıyla ilgili gözlemin nedir?

Huzursuz olmamamız şu alemde, kendimizden razı olduğumuz anlamına da gelir. Sadece kitaptaki kahramanların değil, tüm canlıların el ele verip yaşadığımız dünyada geldiğimiz hâle isyan etmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Huzursuz karakterler, düşünen, irdeleyen ve daha iyiyi arzulayan insanların ataları bence. Olduğu yeri beğenenler ile beğenmeyip harekete geçenlerin savaşında kazanan taraf keşke kötüler olmasaydı tabii. Beğenmeyip harekete geçenler iyiler olduğunda, iyiler çoğunluğa düştüğünde cennet adı verilen yere de ulaşmış olacağız. Böylece ne sorunlu karakterler kalacak ne de dertler çileler. Günümüz toplumunun çoğunluğunu, sosyo-ekonomik ve kültürel dünyasını romanlarımda anlattığım 90’larda yaşamış insanların çocukları oluşturuyor. Biz bu korkunç duruma damdan düşerek gelmedik. Kimse tarihsel olarak hataların sorumluluğunu üstüne almak istemiyor. Bugünkü durumumuza, bir plan çerçevesinde, toplum mühendisliği yapılarak yönetilip yönlendirilerek geldik. Ha o yaptı ha bu. Hem bilgi hem de görgü açısından yetersizdik. Dini hassasiyetlerimiz kolayca manipüle edilir durumdaydı. Ülkemiz insanının iç dünyası tüm bu oyunlara içtenlikle kapıldı. Kendini dış dünyadan ve gelişmelerden muhafazakarlık gömleği giyerek kurtaracağını sandı. Yanıldı. Kurtarmak bir yana, düştüğümüz bataklıkta iyice dibe çekiliyoruz. Silkinip köklerimizi hatırlamadıkça da huzursuzluğumuz katlanılamaz boyutlara ulaşacak. Kazanımlarımızı kendi elimizle imha etme yolunda müthiş başarılı adımlar atıyoruz çünkü.

Olay örgüsü, klasik kurgu ile anlatıma uygun olmasına rağmen roman hemen her zaman iç seslerle ilerliyor. Neden böyle bir yol seçtin? Gelecekte klasik kurguya sahip eserler vermeyi de düşünüyor musun?

Sevdiğim yazarların ağına düştüm desem mi! Biraz o da var tabii. Öte yandan, ben iç sesleriyle yaşayan biriyim. Sürekli konuşup taciz eder içimdeki otobanlarda son sürat ya da tıntın giden kelimeler. Hep bir fikri vardır her yola düşen kelimenin. Fikirleri ise savruk ve acımazsızdır kimi zaman. Kimi zaman da, ağırdır, yorgundur, çökmek üzere olan bir kulenin ucunda sallanan ne idüğü belirsiz kurdeledir. Bu iç hesaplaşmalar ister istemez karakterlerimi sorgulama sürecimde de beni yönlendirdi. Darağacındaki iplerini kendi kelimeleri ile çeksinler istedim. Bunun yolu da bilinç akışı tekniğinden geçiyordu. Her karakter farklı bir tarzda sorgulama sürecine girdi ve kendini anlattı. Bu emek isteyen bir süreç olsa da, sonuçta verdiğim uğraşa değdi.

Klasik kurgu ile çok yazdım aslında. Yüzlerce öyküm var yayınlamadığım. Henüz yayınlanmayan çocuk kitaplarımı, iki tekniği de kullanarak yazdım. Roman yazmadan önce çeşitli tarz denemeleri yaptım. İçime sinen bilinç akışı tekniği oldu. Hali hazırda tefrika haline yayınlanan Gen Etik serisini klasik kurgu ile yazıyorum. Yayına hazırladığım fantastik kitabımda şiir ve düzyazıyı karıştırarak destansı bir dil yakalamaya çalışıyorum.

Sana göre edebiyatımızın en güçlü ve en zayıf yanları nelerdir?

Biz romancılığı sonradan öğrenen nesillerin devamından geliyoruz. İlk örnekler taklit ve naylon karakterler ile ortaya çıksa da, yazmayı sevenler bu zaafların ortadan kalkması için hâlâ büyük emek veriyor. İyi yazanların değil de, belli zeminlerde buluşanların birbirlerini desteklemeleri ister istemez bu takdir edilesi çabalara olduğu kadar edebi gelişime de zarar veriyor. Gerçek bir tartışma ortamına “maalesef” kültür sanat çevrelerinde denk gelemiyoruz. Kimse diğerinin kuyruğuna basmaya cesaret edemiyor, hele ki o kuyruk itibarlı bir yazar ve yayınevine aitse. Sahte pohpohlanmalarla sunulan eserlerin gerçek değerini sorgulama cesareti nadiren görülüyor. Sığ metinlere maruz kalan okur için de ‘bir gecede okudum bitirdim, harikaydı’ kelimeleri çerçevesinde bir kitabı yorumlamak doğru bir eleştiri şekli olarak görülüyor. Yabancı STK’larca yemlenen kültür ve sanat çeteleri sorunu ise ayrı bir üzüntü nedeni. Bende bir refleks gelişti. Bir yazar yurtdışında özellikle ödül aldıysa, ödül veren kurumu ve daha önce kimlere ödül verdiğine bakıyorum. Hatta destekçilerine. Bunlara biraz dikkat edince zaten nereden gelip nereye sürüklendiğimizi, ne denli çaresiz bırakıldığımızı anlıyor insan.

Üzerinde çalışmakta olduğun yeni eserler hakkında ipuçları verebilir misin?

Üçlemeyi bitirmek değil ama yayımlamak sıradan bir tabirle küllerinden yeniden doğmak gibi bir şeydi. Son kitabım neredeyse üç sene önce bittiğinden, başka şeyler yazmaya başlamıştım bile. Bu kez çok ara vermeden, fantastik bir dünyayı Yunan tragedyaları tarzında destansı bir dille anlatan kitabımı yayımlamak istiyorum. Her şey yolunda giderse, TRT Çocuk kanalında “Minik Ustalar Büyük Aşçılar” adlı projem bu sene yayına girecek. Ayrıca, çocuklar için artırılmış gerçeklik teknolojisi ile “Öğrenmeden Öğrenmek” konsepti altında modüler bir proje üretmiştim. Bu projenin içinde yer alan Kahraman Ressam serisine ait kitapları da yayımlamak üzere girişimlere başladım. Başka çocuk kitaplarım da var. Belki o yöne ağırlık verebilirim. Bunları yazarken, harika çocuk kitapları yazan, çok ünlü biri ile söyleştiğimin de gayet farkındayım.

Tüm bunların yanında “Gen Etik/İnsan Bahçeleri” adlı distopik kitap serisinin hikayelerini de bir edebiyat dergisinde bir senedir düzenli olarak yayımlıyorum; ancak hiç hesapta olmayan şeyler de yazıp yayımlayabilirim tabii.

Okurlarına ya da genel olarak edebiyat okurlarına göndermek istediğin bir mesaj var mı?

Yenilikçi eserleri ve yazarları bulun. Size sunulan ve dayatılanı değil, özgün kalemleri keşfetmeye çalışın. Bunu yapmak için ise öncelikle dünya klasiklerinden başlayarak çok okuyun. Özgün yönetmenlerin eserlerini izleyin. İşte o zaman yol size kendini açacaktır.