5.Ağustos.22

Sigara içiyorum ve terliyorum. Tek yaptığım bu sanki. Öyle bir sıcak, öyle bir illet.

8.Ağustos.22

Uzunca bir süredir böyle bende: İktidarı elinde tutan, baskıcı, zorba kimselerden ziyade onların destekçileri rahatsız ediyor beni. Siyasette de böyle, edebiyat ortamında da. Birini koşulsuzca savunanlar, işte onlar benim öfkemin öncelikli hedefleri.

9.Ağustos.22

Yıllar sonra ne kalacak acaba bizden geriye? Bütün bu sosyal medya hesapları, beğenmelerimiz, paylaşımlarımızdan ne kalacak geriye? Muhtemelen hiç. Hiçbir şey kalmayacak. Yüzlerce fotoğraflık arşivlerimiz var, hiç dönüp dönüp bakıyor muyuz? Ama ben memlekete gidince, hâlâ karıştırıyorum eski fotoğraf albümlerini.

Basılı metinlerimiz, kitaplarımız kalacak geriye. Ne kadar kalacak, orası da meçhul. Ama kalacaksa onlar kalacak. Bir gün, çok sonra, yıllar sonra; çoktan ölü dergiler mezarlığını boylamış bir derginin sararmış sayfaları arasında adımıza rast gelecek bir okur. Kısa bir an bakışacağız. Ölümsüzlüğün anlık flaşı patlayacak. Ama hepsi bu. Fazlası değil.

16.Ağustos.22

“Ne yazık ki vücudun harabisi zekânın olgunluk makamına tesadüf eder. Manasız çocukluk, tatsız gençlik, sin-i kemale hazırlanmaktan başka nedir? Zekâ –nar, ayva ve portakal gibi– geç renk ve rahiya bulan bir sonbahar mahsulüdür. En az kırk sene güneşte pişmeden bu asil meyve ballanmıyor.”

Ahmet Haşim

Ahmet Haşim’in 1928’lerde yazdığı yukarıdaki sözlere hak vermemek elde değil. Hele ki zekanın en bilindik tarifinin “çevreye uyum sağlama becerisi” olduğunu hesaba katarsak… Otuzlu yaşlarımızın sonunda, kırklarımızın başında, doğrudur, saçımızda sakalımızda aklar yeşermeye başlar. Fakat Haşim’in dediği üzre, zekamız da olgunlaşmaya başlamıştır artık. En başta kendimize, sonra ailemize ve çevremize daha az hoyrat olmaya başlarız. Daha müsamahakârızdır; başta kendimize. Bahsettiğim yaş aralığında [eğer majör bir sağlık sorunumuz yoksa] hem vücudumuz harabi değildir henüz, hem de zeka denen ağaç olgun ve ballı mahsuller vermeye başlamıştır yavaş yavaş. Bu yaşları tecrübe etmiş olanlar sanıyorum bana hak verecektir, insanın “altın yaşları” diyesim var bu yıllar için. Beden ve zekanın altın oranda karışımı belki. Amiyane tabirle: Hırs da vardır henüz, takat de.

18.Ağustos.22

Doğrusu yazarlığın [yazdıklarımızı yayımlatmak istiyorsak tabii] %99 sabır işidir. Yazma eylemi sırasında ve sonraki rötuşlarda, tekrar yazmalarda, düzeltmelerde gösterilen sabrı kastetmiyorum yalnızca. Yazdığınız, kendinizce “bitmiş ve hazır” saydığınız metinlerinizin yayımlanmasını beklerken, asıl o araftaki sabırdan bahsediyorum. Araf, çünkü metin sizden çıkmış, yayıncıya ulaşmış. Fakat henüz yayınlanmamış; metin o boşlukta, henüz okura ulaşmamış. İşte yazarın sabrının sınandığı yer tam da burasıdır!

Yolun başındayken, dergilere gönderdiğiniz metinleriniz için aylarca beklersiniz. Cevap alamadığınız da olur. Oysa tek beklediğiniz, olumlu ya da olumsuz bir cevaptır! Zaman geçer, palazlanmışsınızdır artık, kitaplarınız yayımlanmıştır, eh, iyi kötü, minnacık da olsa bir okur kitleniz vardır. Sağ olsunlar, yazdıklarınızı merak ederler, teveccüh gösterirler… Artık siz göndermiyorsunuzdur; dergiler, seçki hazırlayanlar öykü ya da yazı isteyip duruyorlardır sizden. Hatta yayınevlerine dosya da göndermiyorsunuzdur. Sizden dosya isteniyordur… Ve fakat beklemek bitmez yine de!

Kriz çıkar, kağıt biter, seçim olur, geçim olur… Hep bir şeyler olur ve kitaplaşma sürecinde muhakkak başta konuşulandan daha uzun beklersiniz.

Bazen şeytan dürtmüyor değil. Dürtmekle de kalmıyor, fısıldayıp duruyor kulağıma: “Oğlum Onur, kur bir yayınevi. Sevdiğin metinleri bas. Kendininkileri de.”

İkiz kardeşi olan dost melek de öbür kulağıma yanaşıyor o sırada: “Bas, bas da gör gününü!”

19.Ağustos.22

Çağdaş Türk edebiyatı ortamında, üzerinde hemen herkesin mutabık kaldığı temel ilkeler bulunur. Edebiyat ödüllerinde yıllardır jürilik eden bazı isimlerin insanüstü olduklarının kabulü, bunlardan biridir. Öyle ya, o kadar fazla dosyayı o kadar kısa süre içerisinde okuyup değerlendirmek herhangi bir insan evladının [eğer süper güçleri yoksa] altından kalkabileceği bir iş değil. Geçelim.

Bir diğer kabul de şudur: Sevmediğiniz, beğenmediğiniz, iyi ya da güzel bulmadığınız metinler hakkında konuşmayın. [Konuşsanız bile isim vermeyin sakın! diye fısıldar o konformist edebiyat tanrıçası!] “Ben sevdiğim, konuşulmayı hak eden kitaplar hakkında yazarım yalnızca” lakırdısını, kalıbımı basarım, pek çok kez işitmişsinizdir.

Rüzgara karşı daha fazla işeyecek değiliz. Kabullere biz de ayak uyduralım ki rahatımız bozulmasın, aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey!

Zeus Sunağı’nın, Pergamon Akropolündeki asıl yuvası

Geçenlerde bir deneme kitabı aldım elime ki eyvah eyvah! Öykülerden, yazılardan şerbetliyim elbette bozuk dile, ama deneme yazıyorsun be kardeşim! Şöyle düşünelim: Diyorsun ki efendim ben heves ettim; Bergama Akropolünde bıraktığı boşluk, fantom ağrısı gibi sızım sızım sızlayan Zeus Sunağı’nı yeni baştan yapacağım. Fakat bu kez ahşaptan inşa edeceğim. Hem de diyorsun, bütün o frizlerdeki kabartmalarıyla. Öyle kabaca değil, ince işçiliğe soyundum diyorsun. Yalnız bir sorun var, ufacık bir sorun: Ben daha düz tahtaya iki çiviyi çakamıyorum. Ya yamuk çakıyorum çivileri ya da parmağımı şehit ediyorum. Diyorsun. Ve fakat bu kendini bilmezlikle yaptığın Zeus Sunağı çakmasını alkışlayalım istiyorsun. Bırak alkışlamayı, senin ortaya koyduğun esere bakan kör olur, gözleri kanar yahu!

20.Ağustos.22

Ama siz iman etmiyorsunuz. Çünkü benim koyunlarımdan değilsiniz. Koyunlarım sesimi işitir. Ben onları tanırım, onlar da beni izler.
Yuhanna (10:26-27)

Ey inananlar! “Bizi güt” demeyin, “Bize kulak tut!” deyin ve dinleyin. İnkarcılara acıtıcı bir azap vardır.
Kuran (2:104)

22.Ağustos.22

MUBI’den iki film izledim.

Tayfun Pirselimoğlu’nun kısa filmi Dayım (1999) büyülü gerçekçi tonuyla tavladı beni. Ahmet Uğurlu’yu her izlediğimde ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu düşünüyorum hep.

6 Numaralı Kompartıman (2021) ise hiçbir şey söylemedi bana. Gayet öngörülebilir, tahmin edilebilir bir hikaye. Ne anlatımında ne hikayesinde hiçbir fevkaladelik göremedim. Filmin bana tek kazandırdığı petroglifler oldu. Kaya sanatı denilebilecek bu çizimlere bakıp durdum birkaç gün. Mağara sanatını andırır bu taş üstü oymaları / tasvirleri geniş bir coğrafyaya yayılmış ve bazıları, tıpkı mağara duvarlarına yapılanlar gibi, binlerce yıl öncesinden sesleniyor.

23.Ağustos.22

Bu sabah Socrates dergisinde yayımlanan Metin Akpınar röportajını okudum. İlhan Özgen ve Caner Eler güzel sorular sormuşlar. Akpınar, röportajdan anladığım kadarıyla bir şehir efsanesine dönüşmüş olan içkiseverliği ve sofracılığı hakkında şöyle diyor:

“Ne diyorlar? Altı şişe içer, dört gün sürer. Ulan hayatımda bir kere olmuş, iki buçuk gün içmişim sadece. Bence kabahat zaten bu. Bunu da ben anlatmadım zaten, sonrasında yöreden çıktı, şahitleri de var çünkü. Böyle bir şehir efsanesi oldu. Efendice içki içen bir adamım ben. Rakıyı da adabıyla içerim. Çok içmem, uzun saate yaymamdan kaynaklanır.”

“Bence kabahat zaten bu” kilit bir cümle. Doğrusu, insanın içtiği içki miktarıyla (daha kötüsü de var: içki içmesiyle) övünmesi kadar saçma bir şey olamaz. Fakat, eminim siz de şahit oluyorsunuzdur, koca koca adamlar “dün akşam bi içmişiz…” diyerek başlarlar anlatmaya. Mübalağa zaten bu tür muhabbetlerin olmazsa olmazıdır. Hoş, mübalağa olmasa bile, bu türden bir muhabbet ölesiye sıkıcıdır. “Bi içmişiz abi dün gece…” Ee, biz ne yapalım?

25.Ağustos.22

Normalde öykü kitaplarında [en azından benim deneyeyim böyle] “çok beğendiğim” diyebileceğim birkaç öykü olur sadece. Gerisi de “eh işte” kıvamındadır. Fakat Kadire Bozkurt’un buz kandillerinden yalnızca biri (Korku) “eh işte” kıvamında. Geriye kalan 15 öyküye diyecek hiçbir şey yok.

“Korku” öyküsünü kötülemiş de olmayayım, belki bana hitap etmedi. Nedir, o öykü, sanki bir bacağı kısa kalmış bir masa gibi rahatsız etti beni. Çok güzel döşenmiş, baktıkça insanın içini genişleten, ferah ve ışıklı bir salonda durduğu için belki. Demem o ki, diğer öykülerin yanında öyle göründü gözüme.

Kadire Bozkurt’un öykülerinde tek bir kelime bile fazlalık yok. Nerede başlayıp nerede bitireceğini çok iyi biliyor yazar. Çok çalıştığı, çok öykü okuduğu, öykü üzerine bolca düşündüğü belli Kadire Bozkurt’un.

Netameli konulara da girmiş Kadire Bozkurt, çekinmemiş. Hayatın olağan akışındaki “şeylere” ve ilişkilerdeki kırgınlıklara, kırılma anlarına da el atmış. Çok iyi temizlenmiş bir evde küçücük bir alan toz içinde kalmıştır belki. İşte Kadire Bozkurt, o ilk bakışta görünmeyen ama orada öylece, toz içinde bekleyen noktalara ışık tutmuş. Işığı insanın içine sokmuş, bütün organlarını zarafetle göstermiş bize, öyküyle göstermiş.

“Buzkandilleri” ile çıtayı yükseltti Kadire Bozkurt. Hem kendisi hem de öykü yazan herkes için. Bir sonraki kitabını şimdiden merak ediyorum.

26.Ağustos.22

Dün itibariyle otuz sekizinci yaşımızın müfredatını tamamladık, otuz dokuzuncu yaşama yılına antremizi yaptık. Eh, klişedir ama klişeler genelde doğrudur zaten: Bunca yıl ne oldu, nasıl oldu, ne çabuk geçti zaman… Hiç anlayamadım. Şairin buyurduğu gibi: “Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan”

Hamiş: 22 Ağustos tarihli Dünlük’teki görsel, bir petroglif. ABD’nin Utah eyaleti yakınlarında bulunan bu tasvirin, tarihleri İsa’dan Önce 500’lere uzanan Anasazi halkına ait olduğu söyleniyor. Eh, bu tasviri o kayaya oyan sanatçı çoktan göçtü. O da gelmiş bulunanlarımızdan biriydi. Kendini mi çizmişti acaba? Kayayı bir ayna gibi mi kullanmıştı yoksa bir “uzaylı” mıydı çizdiği? Bilinmez. Şunu biliyoruz ama: “Ben bir başkasıdır” dizesi yazılmamıştı henüz.

***

Gündeme dair kısa not: Şarkıcı Gülşen’i tutukladılar… Zorbalar eninde sonunda, binlerce insanın beddualarından oluşan bir çöplüğü boylarlar. Tarihin şaşmaz ilkesidir bu. Fakat burada herkesin kabahati var, hepimizin. O meşhur “fıkra” düşüyor aklıma dünden beri, bütün bu hukuksuzlukların temeli orada yatıyor sanki: “Ermeni’yi dövdürmeyecektik.”

Onur Çalı