O zamanlar hacca otobüslerle gidilirdi. Bu yüzden her Kurban Bayramı öncesi şehirlerarası yolculuk konusunda mutlaka sorun çıkardı. Çünkü otobüslerin çoğu o dönemde Arabistan yollarında olurdu. Mevcut kısıtlı sayıdaki otobüslerin biletleri de çok önceden satılır, bizim gibi günübirlik yaşayan avare öğrenciler için bilet kalmazdı. Uçak yolculuğu ise o yıllarda neredeyse bir statü göstergesi sayılacak derecede pahalıydı, yanına bile yaklaşamazdık.
Yine böyle bir Kurban Bayramı öncesi (şimdi yerinde Büyükşehir Belediyesi Binası yükselen) o eski Ankara Şehirlerarası Otobüs Garajı’na gittiğimizde haliyle İzmir’e bilet bulamadık. O zaman trenle gitmekten başka çare kalmıyordu. Aslında trende de bilet kalmamıştı, ama böyle hallerde Demiryolları İdaresi koridorlarda ayakta yolculuğa müsaade ediyordu. Fakat bu da büyük bir işkence demekti çünkü Eskişehir, Kütahya ve Balıkesir’den dolaşan tren İzmir’e ancak 18 saatte filan varıyordu. Bu kadar uzun süre ayakta kalmaya kim dayanabilir? (Dikkat ettiyseniz, bu kez “o yıllarda” filân demedim, çünkü Onur Çalı’nın 180 sayılı “Dünlük”ünde okuduğuma göre Soma-Ankara arası hâlâ 12 saat sürüyormuş! Demek bir değişiklik yok.)
Her neyse, o upuzun Kurban Bayramı tatili süresince Ankara’da kalmak bize çok daha büyük bir işkence olarak göründüğü için, ODTÜ’den bazı öğrenci arkadaşlarla birlikte bu korkunç trenle seyahate karar verdik. Aslında bu kararı vermemizde, trende seyahat konusunda “tecrübeli” bazı arkadaşlarımızın önerileri ve yüreklendirmeleri de etkili olmadı değil.

Akşamüzeri trene bindiğimizde koridorlarda adım atılacak gibi değildi. Tam anlamıyla balık istifi vaziyetinde yerimizde kıpırdamaya bile imkân olmadan gidiyorduk. Buna rağmen, arkadaşlarla sohbet, gırgır-şamata filan derken durumun fecaatini pek hissetmeden epeyce yol aldık. Ama artık takatimizin kesilmeye başladığını anlamaya yakın, “tecrübeli arkadaşlarımız” bize yol gösterdi. İte kaka ilerleyip yemekli vagona vardık. Bir masaya oturup yenilebilecek en ucuz menüyü sipariş ettik. (Daha fazlasına öğrenci bütçemiz müsait değildi zaten.) Eğlenceli sohbetimize orada da devam ettik. Vakit su gibi aktı. Gece yarısına doğru garsonlar servisi kapattıklarını söyleyerek artık yemekli vagondan çıkmamızı istediler. Biz ise tıklım tıklım insan dolu koridoru göstererek “Nereye çıkalım?” diye sorduk. Garsonlar ısrar etmesine rağmen yerimizden bile kıpırdamadık. ODTÜ öğrencilerinin başlattığı bu “direniş” kısa sürede bütün vagona yayıldı ve herkes aynı eyleme katıldı. Garsonlar çaresiz pes ettiler ve bizim yerimize onlar vagonu terk edip yatmaya gittiler.
Bu sayede, yine pek rahat olmasa da, ayakta kalmaya nazaran büyük bir nimet sayılan koltuklara gömülüp yemek masalarına kapanarak uyuma imkânına sahip olabildik. Ara sıra trenin duraklamalarıyla kesintiye uğrasa bile saatler süren uykumuz bize epeyce zaman ve enerji sağlamış oldu.
Yolun büyük bölümünü atlatıp Balıkesir’e yaklaştığımızda hava ağarmak üzereydi. Garsonlar yine geldiler ve kahvaltı için masaları hazırlayacaklarını söyleyerek yalvarırcasına vagonu terk etmemizi rica ettiler. Biz de geceleyin bize gösterdikleri misafirperverlikten dolayı kendilerine teşekkür ederek koridora çıktık. Zaten artık koridorlar da boşalmıştı, ayakta tek tük insan kalmıştı.
Ama Balıkesir istasyonuna girdiğimizde koridorlar yine ağzına kadar doldu. Ellerinde pankartlar, ağızlarında sloganlar ve marşlarla bir sürü Necati Eğitim Enstitüsü öğrencisi trene doluştu. “Hayrola, nereye?” diye sorduğumuzda, 12 Mart sonrasında ilk öldürülen öğrencilerden birinin, memleketi olan Akhisar’da ertesi gün cenazesi olduğunu, o cenazeye katılmak için gittiklerini söylediler. Birden uykumuz açıldı, canlandık, yine tanıdık bir ortamın sıcaklığı içine düşmekten mutlu olduk. Hararetli bir sohbetin içine daldık. Kısa sürede birbirimizle öyle kaynaştık ki vaktin nasıl geçtiğini anlayamadan Akhisar’a vardık.
Aslında bizim daha epeyce yolumuz vardı, ama kim dinler! İner miyiz, ineriz! Eşyaları yüklendiğimiz gibi trenden atladık, ellerimizde valizlerle kalabalık cenazeye katıldık. Belki de o zamana kadar Akhisar’ın gördüğü en kalabalık cenazeydi. Öfkeli ve coşkulu kalabalık cenazeyi büyük bir kitlesel siyasi gösteriye dönüştürdü.
Yine “o zamanlar” diyeceğim müsaadenizle. O zamanlar gençtik, kanımız kaynıyordu, heyecanlıydık. Hızlı karar veriyor, hemen uyguluyor ve gözümüzü kırpmadan sonuçlarına katlanıyorduk. Şansımız bazen yaver gidiyordu, önümüzde mutluluk dolu yollar açılıyordu. Bazen ise önümüze çıkan molozları ve takozları, düşe kalka, yara bere içinde aşıp geçmeye çabalıyorduk.
Cenazeden sonra yine trenle mi yoksa otobüsle mi devam ettik bilemiyorum, ama Menemen-Aliağa üzerinden aktarmalarla köye vardığımda herhalde 24 saatten fazladır yollardaydım.
***
Şimdi geriye dönüp baktığımda, o ilginç tren yolculuğunu birlikte yaptığımız arkadaşlardan hiç birini hatırlayamıyorum. “Hafıza-i beşer nisyân ile malûldür.” Keşke o arkadaşlardan biri, tesadüfen bu yazıyı okusa da, ola ki unuttuğum veya yanlış hatırladığım başka şeyleri ekleyip düzeltse, ne iyi olurdu.
Şişeyi kapatıp internet denizine atıyorum…
Mehmet Aslan