Onur Çalı’nın “Eksik Yıl” (2012) kitabında yer alan “Mayısıkıntısı” adlı öyküyü tadımlık olarak sunuyoruz.

Mayısıkıntısı

Mayıs, aslında doğanın uyanışıyla birlikte insanın da uyandığı, kışın bozbulanık griliğini, sıkıntısını, sıkıcılığını üstünden atıp baharla kucaklaştığı bir aydır. Ya da adına entelektüel literatürde sıkıntı denilen hayvanın milyonlarca ayağıyla vakitli vakitsiz damarlarımızda gezindiği meşum bir ay da olabilir. Mayıs Sıkıntısı da olabilir. Ne olursa olsun, mayıs bir ekim ya da kasım değildir. Mayıs, elimize çay, kahve ya da içkimizi alıp cam kenarında durup yağan yağmura bakarak baharı düşlediğimiz bir ay değildir. Mayıs ile yeisin anlam değil sadece ses benzerliği olmalıdır!

Derken, derken ve derken… Günler hiçliğin uzun ve tek şeritli yolunda yavaş yavaş dizilirken yiyiyoruz, içiyoruz, otobüse biniyoruz, yürüyoruz, sevişiyoruz ya da televizyona teslim oluyoruz ya da uyuyoruz, uyanıyoruz… Offf!

Yatağımın başucuna bu sefer kitap değil bir defter ve bir pilot kalem koyuyorum ki, rüyalarımı kayda geçirebileyim. Çünkü çok acayip rüyalar. Günlük yaşamımızda olmayacak şeyleri (olmasın da zaten) yan yana, üst üste, arka arkaya rüyalarda görebiliyoruz. Şairin biri demişti zaten yıllar önce: “Düşünde bile göremez işler/ Düşlerin gördüğü işleri.”

Nefes nefese uyanıyorum. Hemen elimi yan tarafa, kokpite atıyorum ki pilotu ve co-pilotu olan eski ajandayı bulabileyim. Ajandayı açıyorum: Petkim tesisleri! Geçiyorum hemen çünkü teslise inancım yok. En azından üçüne birden yok. Meryem için üzülüyorum; babasız çocuk büyütmek zor.

Alt kata, mutfağa inip su arıyorum. Damacananın bir türlü yere dökmeden su dolduramadığım acayip pompasını, öfkelenip yumruklamak istediğim biri gibi düşünüp elimle hızlıca bastırıyorum… O da ne? Su değil, kırmızı bir şey dökülüyor. Şarap olabilir diye düşünüp sevinirken, kan olabilme ihtimali ürkütüyor beni. Göze alamıyorum denemeyi. Ne kadar kirli olsa da musluk suyunu deniyorum bu sefer. Sapsarı bir sıvı akıyor; bu da biraya benziyor. Deniyorum, offf berbat!! Su değil de toprak sanki. Başşehrin Büyük Belediyesinin Baloncu Başkanı (BBBBB) görünüyor o sırada ekranda, sırıtıyor çiğ çiğ ve “Size yirmi gündür topraklı su içirdim” diyor. Tükürüyorum hemen ağzımdakini. Kendimi birden ağaçlıklı bir yerde buluyorum. Ağaçlardan denizi göremiyorum ama kokusu geliyor. Balık ve tuz kokusu. Çam, ardıç ve adını bilmediğim daha bir sürü farklı ağaç, farklı tonlarıyla denize set çekmiş sanki. Bunalıyorum. Denize girmem lazım. Serinlemek istiyorum. Sanki bir gece önce hesapsızca içmişim ve ülkemizdeki altın madenleri hakkında uzun bir tartışma yapmışım. Ağaçlardan özür diliyorum. “Ben,” diyorum, “altını değil sizi sevdim. Vallahi billahi” diyorum. “Sus,” diyorlar, “biz senin ne düşünüp ne yaptığını görmüyoruz sanki. Sabit olduğumuz için hiçbir şeyden haberimiz yok mu sandın?! Her birimizin kovuğunda internet var; ayrıca yapraklarımızı, işbirlikçi rüzgarın da yardımıyla casus olarak kullanıyoruz. Böylelikle senin hakkındaki her şeyi biliyoruz. Sus!”

Koşa koşa kaçıyorum oradan. Koşarken topukların göte vurması doğruymuş diye düşünüyorum. Hem de o kadar korkarken ve bir yandan kaçarken. Ağaçlar gülmeye başlıyorlar. Çok şaşırıyorum gülmelerine, çünkü hiç görmemiştim baharda güldüğünü ağaçların. “Koş” diyorlar. “Koş bakalım denize. Deniz mi kaldı?!” Bunu söyleyenin bir kütüğü kendine baston edinmiş yaşlı bir çam ağacı olduğunu görüyorum. Gülmek istiyorum ama bu rüya güzel bir rüya değil.

Değil, değil, değilll….diye bağırarak ve koşarak ve nefes nefese varıyorum denize. Üstümü çıkarmaya vakit yok, casuslar yetişebilirler. Hem utanıyorum da. Çıplaklığımdan utanıyorum. Giyinik olduğumda hiçbir şeyden utanmıyorum.

Denize ayağımı atıyorum… Ohhh. Ilık, ıpılık. Bir ıslık tutturuyorum. “Işıl, ıpılık denizde yüz.” deyip sırıtıyorum pişmiş kelle gibi. Kurban bayramlarında kesilen koyunların vücutlarından ayrılmış ve dilleri dışarı uğramış kelleleri geliyor aklıma. Ama onlar pişmiş değil. Henüz. Fiş yapmak kolay bir iş değilmiş onu anlıyorum. Kafiyenin, ayrımcılığın, Işıl’ların, Ali’lerin, Oya’ların bir araya gelmesi gerekiyor. Agop’lar, Heval’ler, Sami’ler, Atiye’ler, Ciwan’lar, Şevin’ler fişlere giremiyor. Öğretmen, çantasına oyuncak yılan koyup korkuttuğum arkadaşımdan özür dilemedim diye kulağımı çekiyor. Fena acıyor. Büyüdüğümde, katledilen insanlar için özür diledim diye yine kızıyorlar. Özür dilesen suç dilemesen kabahat. “Özer, özür dile!” Böyle bir fiş hiç yok sözgelimi. Fiş yapmak zor iş. Gerçekten zor. Ama fişlemek çok kolay. Öğretmen “ıpılık” diye bir kelime yok diyerek yine kulağımı çekiyor.

Hayatın bilgisini veren öğretmenin kitabında, kış gecelerinde annemiz yemek yapar, babamız televizyon karşısında, elinde gazete keyif çatar. Sobanın yanı başında kedimiz uyur değil mi? Değil. O da değil!

Dizlerime kadar girmişim denize. Ah diyorum, şimdi bir de soğuk bira olsaydı. Şöyle topraklı topraklı. Hem böbreklerimdeki taşlar düşerdi. Ağaçlar da uzakta kaldı. Karşıda bir tepe var. Üstünde devasa bir asker. Taşları boyamışlar. Bayraklar ve VATAN SAĞOLSUN’lar yan yana, üst üste. Hemen altında bir kalabalık var. Şenlik gibi. Sonunda güzel şeyler de oluyor bu memlekette, diyor eski solcu şimdi faşist, hem kel hem top sakallı bir adam. Bu adamlar var hep televizyonda. Tele-vizyon. Uzaktan şenlik gibi ama yakından bakınca felaket. Zoom yapıyor yönetmen koltuğunda oturan bir adam. Yönetmenler, hep erkek olur değil mi? Değil!

Meğer şenlik dedikleri şuymuş: Bir takım çocuklara asker kıyafeti giydirilmiş. Bir takım çocuklar da baldırı çıplak bırakılmış. Bir takım çocuklara da farklı renkte bir elbise giydirilmiş. Yok bunlar elbise değil üniforma, zoom yapıldıkça anlıyorum. Bir takım insan da oturmuş bunları izliyor. Ön sırada takımın kaptanı var ve arkada stoperler, forvetler, teknik heyet filan. Kaleciye, protokolde yer vermemişler. O da arka tarafta portakal yiyor, yanaklarını sarkıtmış. Protokolde olmadığı için çok üzgün. Zom oluyorum, içim bulanıyor. Kusacak gibi oluyorum. Suya eğiliyorum ama o da ne? Sudaki yansımamda bir ben var ama o ben, ben değilim gibi. Peki ben kimim? “Ben bir başkasıdır” demişti biri ve çok hoşlanmıştım ben bu sözden. Ama o da insan satmıştı sonradan. Bilmiyorum başım ağrıyor. Yansımam bulanıklaşıyor önce, sonra su kararıyor. Yansıma başka birine dönüşüyor usulca. Karşıda öldürme şenlikleri devam ederken oluyor bu.

Acaba bu? Yok canım daha neler?

Vinç, kepçe ve diğer dev gibi araçlarla suya dökülen düşman takımın oyuncularının kanı mı bu ıpılık kırmızı?

Olabilir. Derken. Bu yetmiyormuş gibi. Çeşitli pişmiş kelleler çıkıyor suyun üstüne. Dilleri ve son sözleri dışarıda. Dilleri önemli değil ama son sözleri… Son sözleri, ya ölmekte olan bir dilin son sözleriyse. Amaaan, diyorum. Ben dilbilimci değilim, bilim adamı da değilim. Bilimle hep erkekler uğraşır ve bilim adamı olurlar değil mi? Değil!

Pişmiş kelleler kaplıyor suyun üstünü giderek. Ve son sözlerin uğultusu sarıyor sanki tüm dünyayı, sanki tüm evreni. “Hem dünya dediğimiz bir sokaktır belki de.” Belki. Belki de değil. Değil!

Artık geriye de dönemem. Son sözlerini evrene salan bu pişmiş kellelere basmak zorundayım. Zaten hep bir zorunluluk. Basa basa koşuyorum. Koştuğum yer de, ölme-öldürme şenliğinin yapıldığı ve sırf bu şenlik için altmış yıllık çam ağaçları kesilerek genişletilen bir beton alan. İnsanlar durmuş uğultuyu dinliyorlar. Düşman takımlar artık düşman değil gibi.

Boynuma bakıyorlar. Tüm protokol durmuş; boynuma bakıyorlar. Şiir ezberleyemiyorum, bana bakmayın, demek istiyorum. Olmuyor, sesim çıkmıyor. Gırtlak kanseri mi oldum ben de yoksa?! “Söz etmeyin verilen hükümlerle güzelleşen boynumdan!” diye mırıldanıyorum güçlükle.

Tam bu sırada, Jesus met the woman at the well çalmaya başlıyor. Sanki birisi tüm boşluğa müzik yayını yapıyor. Hayrına. Karşıya bir bakıyorum, kimse kalmamış. Gözlerimi kapatıp açıyorum; İsa’yı görüyorum. Meryem nasıl diye sormak istiyorum ama sesim çıkmıyor. Ama o duyuyor nasılsa. “Hangi Meryem?” diye soruyor. Sesim çıkmıyor ki anlatayım. Hem, kangren yüzünden bacağımı da kesmişler artık insan da satamıyorum. İsa bana gülümsüyor gibi ama yok yok kuyunun başındaki kadına gülümsüyor. İsa hiç de sanıldığı gibi uzun saçlı değil, buna şaşırmıyorum. Derken, İsa’yla kadın öpüşmeye başlıyorlar. Öyle ateşli öpüşüyorlar ki… “İyi oldu,” diyorum yanımdaki yayın balığına, “kendilerini saçma bir hikayeden kurtardılar.”

Koşuyorum koşuyorum koşarken virgülleri noktaları unutuyorum ama olsun artık rüya bitiyor…

Yine yatağımdayım.

Nefes nefese uyanıyorum. Kim bilir kaçıncı kez uyanıyorum? Ben bilmiyorum.

Elimi, rüyalarımı yazarım diye yanı başıma koyduğum kaleme ve deftere atıyorum. Ne yazacağım şimdi ben?

Bu kadar çok içmemem gerek. Bahar geldi, havalar ısındı. Yazın bu kadar çok içmemek gerek.

Ellerime bakıyorum. Şişmişler.

Pilot kalemi alıyorum elime ve yazıyorum. Zaten ben pilot olmuşum. İçmemek gerek bu kadar. Mayıs geldi, havalar ısındı. Sıvı, kuru ne varsa içtim. Çok içtim.

Şişmiş ellerime bakıyorum, ağlıyorum. Yazıyorum pilot kalemimle:

Çok içtiğim gecelerin sabahında
babamınkilere benziyor ellerim.

Ad-soyad. Tarih. İmza.

Artık darağacına gidebilirim:

“Yaşasın ağaçların, insanların ve hayvanların kardeşliği!”

Onur Çalı

• “Ya da adına entelektüel literatürde sıkıntı denilen hayvanın milyonlarca ayağıyla vakitli vakitsiz damarlarımızda gezindiği meşum bir ay da olabilir.” cümlesinde Süreyya Berfe’nin “Yazı” adlı şiirine selam gönderilmektedir:

“Bir şey güzel değil:
Milyonlarca ayağıyla vakitli vakitsiz damarlarımda gezinen
ve adına entelektüel literatürde sıkıntı denilen hayvan.”

• “Düşünde bile göremez işler/ Düşlerin gördüğü işleri.” dizeleri Can Yücel’in “Güzel’e” adlı şiirinde geçmektedir.

• “Hem dünya dediğimiz bir sokaktır belki de.” (İlhan Berk)

• “Söz etmeyin verilen hükümlerle güzelleşen boynumdan!” (Akif Kurtuluş)