27.Temmuz.22

On yıl önce bir yazı yazmışım. Danimarkalı-Türkiyeli şair Henrik Nordbrandt’ın, Murat Alpar çevirisiyle yayımlanan “Her Sözcüğü Bir Aşk İlanı Gibi Duyumsuyorum” kitabı hakkında bir yazı. İster istemez şiire, çeviriye ve aşka getirmişim sözü. Yazının sonuna da Nordbrandt’ın “Yalan” adlı şiirini kondurmuşum. Doğrusu, bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Nordbrandt’a boşuna Türkiyeli demedik. Türkiye’de çok vakit geçirmiş, yaşamış, Türk şiirinden de etkilenmiş biri. Şiirini özgün bir sentezle kuruyor Nordbrandt.

On yıl sonra Nordbrandt’ı aklıma düşüren Pessoa oldu. Alakarga Yayınları arasında, Zarife Biliz & Işık Ergüden çevirisiyle yayımlanan “Hiçliğin Bilgisi” adlı seçme şiirler kitabında, “Porto Usulü İşkembe Çorbası” adlı bir şiir var. Doğrusu, bu şiiri okur okumaz aklıma Nordbrandt’ın “Yalan” şiiri düştü. Oğlum Onur dedim kendime, işte senin en sevdiğin aşk şiirleri listene üst sıradan giriş yapan bir şiir daha. İkisi de gerçekçi bu şiirlerin. İkisi de aşkın imkansızlığından dem vuruyor bana kalırsa.

Pessoa aşkın imkansızlığını şöyle anlatmış:

“Bir gün, bir restoranda, mekânın ve zamanın dışında,
Soğuk işkembe çorbası gibi sunuldu aşk bana.
Sıcak tercih ederdim,
Dedim mutfak görevlisine nazikçe
İşkembe çorbası (hele ki Porto usulüyse) soğuk içilmez asla.”

(…)

“Ama aşk istediysem eğer, neden koydular önüme
Porto usulü soğuk işkembe çorbası?”

Henrik Nordbrandt başka bir şiirinde de şöyle der: “Aşk şiiridir bütün şiirler, / ama kaç kişi durup okur onları!”

Bana soracak olursanız, şiir okumayanın aşkı da bir halta benzemez zaten.

30.Temmuz.22

Üç haftalık memleket makamı nihayete erdi. İzin bitti, Pazartesi işbaşı yapılacak.

Uzun yolculuklara çıkanlar bilir, uzun yolculukların güzel geçme ihtimali zayıftır. Soma’dan bindiğim Mavi Tren on iki saat sonra vardı Ankara’ya. Boynum tutuldu, belim ağrıdı, bir üşüdüm bir sıcakladım (havalandırmanın ayarı bir türlü tutmadı), sonunda uykudan çok baygınlığa benzeyen bir şeye teslim oldum.

Oysa yirmi yıl önce, ben Beytepe’de öğrenciyken daha güzel geçerdi bu yolculuk. En azından bir ihtimal vardı: Yemekli Vagon. Soma’dan biner binmez bavulu (sigara içilen sigara içilen) vagonumda bırakıp Yemekli Vagon’a atardım kendimi. Köfte güzeldi, rakı bol kepçeydi: Duble isterdim, domuz sıkısı gelirdi. Yan masalarda demlenenlerle güzel muhabbet olurdu. Masalar dolu olduğundan yalnız kalmazdım hiç, biri mutlaka masaya ortak çıkardı, müsaade ister otururdu. Çok tren yolculuğu yaptım o yıllarda ama alkol yüzünden bir tartışma çıktığına, birinin çevreyi rahatsız ettiğine hiç şahit olmadım.

Şimdiki yemekli vagon şaka gibi: Sallama çay, poşet içinde sandviçe benzer bir şey, bisküvi, soda… Başka hiçbir şey yok.

Memleketteki her şeyin, ama her şeyin ayarını kaçırmayı iyi becerdiler son yirmi yılda. Trenlerin bile ayarını bozdular.

2.Ağustos.22

müntehir

Belki de dedi ki nasıl olsa öleceğim,
ödevini erken yapan çocuk gibi.

3.Ağustos.22

Banu Yıldıran Genç, yıllar içinde çeşitli mecralarda yazdığı yazı ve denemelerini bir kitapta topladı: Geri Döndüğüm Yerler. Kitabın sunuş yazısı bir dostla konuşur gibi yazılmış, samimi. Okumaya ve daha sonra yazmaya nasıl başladığının, okumakta olduğumuz kitaba adım adım nasıl hazırlandığının, bu kitabın nasıl ortaya çıktığının içten bir özeti. [Yani kitap, aslında bu sunuş yazısıyla başlıyor denemenin o güzelim tadını vermeye.]

Sunuş yazısında bir yer var ki, o kısma özellikle vuruldum. Çünkü bugünün, okumadan ya da yeterince okumadan kaleme/klavyeye sarılan bazı yazarlarında eksik olan şey, tam da Banu’nun şu cümlelerinde saklı:

“Yazmanın bana iyi geldiğini hissetmem de lise yıllarımdaydı. O kadar çok öykü okumuştum ki yazdığım öykülerin kötü olduğunu biliyordum, o kadar çok şiir okumuştum ki şiirlerimde de iş olmadığını bana kimsenin söylemesine gerek yoktu. İlk kez âşık olmuştum ve günlük, mektup gibi içimi döktüğüm türlerde, sırf o kişiye yaranmak için okuduğum kitapları niye sevdiğimi açıkladığım yazılarda daha becerikli olduğumu hissediyordum. Ne yazmayı istediğim belirgin hale gelmişti.” (Geri Döndüğüm Yerler, s. 12)

***

Geçen hafta memlekette, kuzenim İlke Çalı’yla oturur, eski kitapçılık günlerimizi yad ederken bahsi geçti. 2001-2002 yıllarında Dikili’deki kitap tezgâhımıza çok tuhaf insanlar gelirdi hakikaten. Dostoyevski kitaplarını gösterip neden komünist yazarların kitaplarını sattığımızı soran arkadaş bunlardan sadece biriydi. Doğrusu ben o tezgâhta İlke abimin onda biri kadar takılmışımdır. Dolayısıyla aşağıda anlatacağım olaya şahit olmadım, İlke abim anlattı.

Bir gün biri tezgâha gelip şiir yazdığını söylemiş İlke abime. “Aa ne güzel, kimleri okuyorsun peki?” diye soran ve o günlerde kendisi de şiirle hemhal olan İlke abim, yüzyılın şuursuzuna rastladığını aklının ucuna bile getirmemiştir herhalde. Şiirci arkadaştan el-cevap: “Ben şiir okumam.”

İlke Çalı altta kalır mı, yapıştırmış cevabı: “Sen şöyle diyorsun o halde. Ben gömlek dikiyorum ama hayatımda hiç gömlek görmedim. O zaman sana sormak isterim: Diktiğinin gömlek olduğunu nereden biliyorsun?”

İşte böyle a dostlar. Öykü okumadan öykü, şiir okumadan şiir yazanlara söylenecek şey budur. Başka bir şey değil.

Diktiğiniz gömlek bile olsa, o gömleğin iyi olduğu zannına nerden kapılıyorsunuz peki? Banu Yıldıran Genç’in yukarıda andığım cümleleri de bu kilidin anahtarı işte: O kadar çok gömlek [iyisini kötüsünü, eskisini yenisini, artık hiçbir zaman kullanılmayacakları, hatta yeni moda olayım derken kadük kalanları] göreceksiniz ki sonunda diktiğiniz gömleğin kötü olduğuna varacaksınız.

Daha iyi gömlek dikmenin başka bir yolu yok.

***

Bütün terzileri severiz.
Terzi Fikri’yi en çok!

4.Ağustos.22

Ankara’nın en güzel birkaç meyhanesinden birindeyiz, Yolluk Park 17’de. Bahçede oturmuşuz, benim en sevdiğim masada. Yıllar ikimizi de değiştirmiş tabii. Kilo almışız, büyümüşüz. Karşımdaki onbeş yıl önceki arkadaşım değil. Yazıyor, çeviriyor, üretiyor… Üstelik farklı müstear isimlerle. Öyle ki bazen ben bile karıştırıyorum onun yazı-adlarını. Bu özelliğine ayrı imreniyorum onun. Adını öne çıkarmak gibi bir derdi yok. Bu satırları okuyanlar, onun bu yazı-adlarından en az birini duymuştur; bir şiirini, çevirisini ya da yenilerde yayımlanan romanını okumuştur kesin. Evet, konumuz genelde edebiyat ama artık kırkımıza merdiven dayadığımızdan olsa gerek, çocukluğumuza gidiyoruz sık sık. O, ara ara ve tam yerine denk düşürüp, bazı dizeler söylüyor Cansever’den, Uyar’dan, Süreya’dan…

Gezi’ye de uğruyor tabii sözün yolu. Çünkü bizim neslin yaşadığı en coşkulu, en heyecan verici şeydi o. Gözlerimiz bile parlıyor bu karanlıkta. Bir anlığına da olsa.

Sarılıp ayrılıyoruz. Güzel bir hisle, bir nevi tamamlanmışlık hissiyle gidiyorum eve.

İyi arkadaşlar, dostlar böyledir. Onlarla sohbet etmek dünyanın kirini pasını birkaç saatliğine de olsa temizler. Dünya, hayat, yaşamımız eski bir güneş gibi parlar; yakmaz, üşütmez, huzur verir.

Editörlüğünü Abdullah Ezik’in yaptığı, yeni bir deneme-eleştiri dergimiz var artık: Ova. İki aylık derginin ilk sayısını shopier üzerinden edindim ve birkaç yazıya göz attım bile. Başarılı buldum. Böyle bir derginin varlığına ihtiyaç vardı bence. Umarım yolu açık olur, okuruna ulaşır.

Onur Çalı