Rahmetli dedem Refik Çavuş, tanıdığım insanlar arasında, bağ koruculuğundan çobanlığa kadar tuttuğu pek çok iş sayesinde hayvanlar hakkında en çok şey bilen kişiydi. Arılardan ineklere varana kadar hayvanlara dair daha sonra kitaplardan okuyup teyit edeceğim çoğu şeyi ilk ondan dinleyip öğrenmiştim. Bir seferinde tilkilere dair bir gözlemini aktarırken “Her yerde tilki için kurnaz derler, oysa görüp göreceğin en aptal hayvandır,” demişti. Ben de yıllar sonra hiç zekice davranmayarak, bir kır lokantasında yenilen akşam yemeğinin bitiminde onun bu hatırasını masadaki küçük grubumuza anlatmak gafletinde bulunmuştum. Hiç unutmuyorum, grubun içindeki o zeki, eğitimli ve her şeyi bilen homo sapiens sapienslerden biri hemen kahkahayı basarak “Hiç zeki hayvan olur mu, tilki de diğer bütün hayvanlar gibi aptaldır,” deyivermişti. İnsan zekâsı karşısında kendimi aptal bir hayvan gibi hissettiğim ne ilk ne de son andı. Fakat yine de basiretli bir tavırla sustum ve konunun kendiliğinden kapanmasını sabırla bekledim. Zeki olduğuna iman etmiş bir varlıkla zekâ hakkında konuşmak kuşkusuz büyük aptallıktı. En azından bunu kabullenecek kadar zekiydim. Aradan neredeyse on sene geçti. Yaklaşık sekiz senedir köpeklerle yaşıyorum ve bu “zekâ” meselesi üzerine bolca düşünme fırsatım oldu. Loïc Bollache’nin Timaş Yayınları’ndan çıkan “Hayvanlar Nasıl Düşünür, İnsan Ne Görür”ünü okuyunca nedense aklıma evvelâ bu tecrübem geldi. Bütün insanlara teşmil ettiğimiz o “zekâ” ve yine bütün hayvanlara teşmil ettiğimiz o “aptallık”ı çekiç darbeleriyle yeniden şekillendirmenin belki de tam sırasıdır.

İnsan, içinde yaşadığı fizikî yerküreyi diliyle bir kültür dünyasına dönüştürmeyi başarmanın kibriyle kendisini en zeki canlı olarak adlandırmıştır. Lâkin hiçbir adlandırma masum değildir. Bir tarafta insan vardır, öteki taraftaysa köpekten karıncaya, kuştan file, fareden tavuğa ve yunustan kelebeğe kadar “hayvan” başlığı altında toplanan birbirinden farklı, birbirine benzemez pek çok canlı. Bu sebeple felsefe tarihinin sürekli olarak kendini tekrarlayan hiç eskimeyen sorusu, insan ile hayvanın özünün farklı olup olmadığına dairdir. Adların efendisi insan, büyük bir canlı çeşitliliğini “hayvan” başlığı altında toplayarak bütün farklılıkları budamıştır. Adlandırmanın verdiği iktidarla da bütün bu canlı çeşitliliğini evcil hayvanlar, besi hayvanları, deney hayvanları, av hayvanları, vahşi hayvanlar, kümes hayvanları, sirk hayvanı, kafes hayvanı ve gelinen noktada “nesli tükenen hayvanlar” gibi keyfî başlıkların altında tasnif etmiştir. Nasıl bütün hayvanlar birbirlerinden farklıysa, kuşkusuz insan da pek çok artısı ve eksisiyle diğer hayvanlardan farklıdır. Epistemolojik olarak bu farklı canlı türlerinin arasındaki sınırın sorgulanması, insanın kendini tanıması ve kendini bu dünyada konumlandırması için anlamlıdır. Fakat epistemolojik olarak farklı canlı türlerinin arasındaki sınırın sorgulanması, felsefe tarihinin ana akımlarında uzun zamandır etik olarak insanların hayvanlara karşı sorumluluğunun ne olması gerektiği sorusunu ihmal etmiştir. Oysa yavaş yavaş batmaya başladığımız ekolojik kriz batağında tam da sorulması ve dillendirilmesi gereken bu etik sorudur.
Bollache kitabında bazılarını çok iyi tanıdığımızı düşündüğümüz, bazılarınıysa neredeyse hiç bilmediğimiz hayvan topluluklarına dair birtakım deney ve gözlem sonuçlarını birbiri peşi sıra üzerimize boca ederken, derinlerde bir yerde nabız gibi atan bu etik soru kendini duyurmaya çalışıyor.
Birbirini teselli eden kurtların, hedefe giden en kestirme yolu kolektif olarak bulan karıncaların, dans ederek iletişim kuran arıların, eşlerini kaybettikleri için aşk acısı çeken balıkların, ölüm farkındalığı olan fillerin, patateslerini deniz suyuna bandırarak lezzetlendiren maymunların, taklit yoluyla tam yağlı süt ile yağsız süt şişelerini ayırt ederek şişelerin kapaklarını açıp afiyetle süt içen kuşların hikâyelerini okudukça bu etik soruyu daha net işitecek ve “hayvan” başlığı altında bütün farklılıkları budayarak kendimizi lüzumundan fazla yücelttiğimizi düşüneceksiniz. O vakit hayvanların dili, zekâsı, hisleri ve insana nazaran hiçbir şeyleri olmadığını savunan Descartes’a değil de fabllarıyla Kartezyen felsefeye meydan okuyan La Fontaine’e kendinizi daha yakın hissedeceksiniz.
Bizler kendi misak-ı millî sınırlarımızın içindeki meselelere endeksli gündemimizle meşgul olmaktan literatürü çok geriden takip etsek de Batı düşüncesinde neredeyse son elli senedir hayvan hakları ve hayvan felsefesi gibi konularda çok ciddi bir entelektüel birikim oluştu. Bu literatür hakkıyla incelendiğinde insan ile hayvan arasındaki çok net olduğunuz varsaydığımız ayırımın bir süredir hayli silikleştiği ve tartışılır olduğu görülebilir. Yüz sene evvel Avrupalıların sömürgelerden ve uzak coğrafyalardan getirdikleri yerlileri bir tür “insanat bahçeleri”nde sergilemeleri yadırganmıyordu. Böyle bir şey bugün düşünülemezken “hayvanat bahçeleri”nde büyük maymunları, kedigilleri ve başka memelileri hapsedip sergilememiz de muhtemelen yüz sene sonra kabul edilemez bulunacak. İnsanın kendi ötekisine zulmetmesi ancak insan hakları dediğimiz prensiplerin bütün canlıların haklarına doğru teşmil edilmesiyle önlenebilir olsa gerek.
Bollache kitabında çağdaş bilimin son keşiflerini derli toplu takdim ederken, zekânın dar kalıplarla sadece insana has bir haslet olarak tanımlanmasının aslında hiç de zekice olmadığını gösteriyor. Bu konudaki son çalışmalar da zaten zekânın karmaşık bir yapısı olduğunu ortaya koyuyor. Hayvanların dünyasının, tecrübe ve becerilerinin insan dünyasının kategorileriyle sınıflandırılamayacak kadar karmaşık ve çok boyutlu olduğu da Bollache tarafından kitapta anlatılıyor.
Bir maymun veya bir kuşun, kendi hayatta kalma mücadelesinde geliştirdiği stratejiler insan rasyonalitesine benzemese de zekicedir. Belki de zekânın çoklu yapısını anlamanın en iyi yolu, canlıların birbirinden çok farklı hayatta kalma mücadelesindeki ihtiyaçlarının çoklu yapısını anlamaktan geçiyordur. Neticede bir maymunun üçgenin iç açılarını toplamaya ihtiyacı olmadığı için buna yönelik bir zekâ belirtisi geliştirmemesi anlaşılabilir. Fakat yine de maymunlar hayatta kalma mücadelesinde yırtıcılara karşı kendilerini koruyacak topluluk içi bir iletişim dili geliştirecek veya patateslerini tuzlamanın bir yolunu bulacak türde bir zekâya sahiptir. Hatta bazen ak kanatlı tangaralar ve mavi-gri bataralar gibi kuşlar yanlış alarm vererek, yani basbayağı yalan atarak başka kuşların dikkatini dağıtıp daha fazla böcek yiyebilecek kadar zekice hileler yapabilir. Bollache’nin verdiği bu ve bunun gibi bütün örnekler, salt IQ kriterleriyle bu beceri yelpazesinin çok renkliliğini anlamanın mümkün olamayacağının ispatı. Demek ki insanoğlu, bütün bir canlı hayatı çoklu yapısıyla anlamak istiyorsa kendi sınırlı zekâsının ürünü olan sınırlı ve önyargılı bir zekâ kategorizasyonuyla hareket etmekten vazgeçmeye mecbur.
Her bir türün zekâ özelliklerini kavrayışımız, bu insan merkezli düşünme tarzımızı bırakıp her bir hayvanı kendi ihtiyaç ve koşullarında anlamayı denememizle mümkün olacaktır. Bu da hayvanların özgürlüğü ve kurtuluşu için olduğu kadar, insanlığın kendini özgürleştirmesi ve kendi kurtuluşu için de elzemdir.
Gökhan Yavuz Demir