
Adamın adı bir türlü aklıma gelmiyor. Müfit desem de Mert desem de olacak sanki. Öyle bir hafıza kaybı. İnsan bütün gece salya sümük ağlayıp, deli gibi gülerek hayat hikayesini anlattığı, sabahında kokusu kokusuna, saçları sakallarına karışarak uyandığı adamın adını nasıl hatırlamaz. Ama iyi oldu bana. Bok vardı da anlattım, yetmezmiş gibi bir de adamla yattım kalktım. Neydi bu adamın adı? Zeki miydi? Mesut mu? Yok ikisi de değildi. Zira adam ne zekiydi ne de mesut.
Pek huyum değildir yalnız başıma dışarı çıkmak. Sıkılırım. Ne öyle avareler gibi… Ama o gün bir şey dürttü. Eve dönerken yolumu bile değiştirip kendimi kuytuda köşede unutulmuş bir meyhanenin en arka masasında buluverdim. Saçım başım dağılmış, hemen toparlandım. Dünyanın parasını verdiğim kırmızı ruj bugünler içindi. Üç meze, iki duble, otuz küsur yıllık hayatımı gözden geçirmeye yetecek kadardı. Hakkını verecek, geceyi ‘senden bi bok olmaz kızım’ deyip kendime küfrederek bitirecektim. Tam da acıların kadını kıvamına geldiğim sırada, sandalyesini çekip karşıma oturdu. Siyah saçları arkaya doğru taranmış, yüz hatları keskin ve düzgün, esmer teninde kar beyaz bir gömlek, Yunan heykeli mübarek. Şaşkın, boş bir ifadeyle baktım suratına. “Hayırdır birader?” diyecek oldum ama hanımefendiliği de elden bırakmamak gerekti. Bir şey desin diye bekledim, belki bilmem kimin bilmem nesiydi de bir yerden tanıdıktı falan. Hatta gözüm bir yerlerden ısırıyor gibi bile oldu ama yok çıkaramadım. Böylece birkaç dakika daha sessizce oturduk. Bu sırada kafamın içinde lisedeki Fizik öğretmenimin İzafiyet Teorisi’ni anlattığı o çiğ ve tiz sesi yankılanıyordu. “Cisim zamanla, zaman cisimle, mekan hareketle, hareket mekanla yani hepsi birbiri ile bağlantılıdır.” Zamanı kestirebiliyordum; gürültünün sessizliğe, kalabalığın yalnızlığa dönmeye başladığı o tatlı saatlerdi. Mekan da tamamdı. Ne çok ucuz ne çok pahalı, orta halli kesime kucak açan üç mezeden en az ikisinin lezzetli olduğu, tahta masalı, muşamba örtülü bir yerdi ve bu ikisi kesinlikle birbiriyle bütündü. Ama cisim ve hareket hata veriyordu. Cisim sessizdi ve daha önemlisi kimdi? Hareket ise sıfırdı. Baktım adamın bir şey demeye niyeti yok, elimde evirip çevirdiğim çatalı yavaşça tabağın kenarına bıraktım. Adam gözlerimin önünde Albert Einstein’a dönüşmeye başlamadan harekete geçmeye karar verdim. Elbette adı Albert değildi, olsaydı hatırlardım.
“Birisiyle karıştırdınız galiba,” diye hiç uğraşmadan kafamda hazırda bekleyen ve sık kullanılan cümlelerden birini anason kokusuyla bıraktım öylece. Daha cümlemin noktası kurşun kalemin ucundan koparken “Hayır, seni bekliyordum.” dedi. Bunu da aynen yazıldığı gibi söyledi. “Hayır,” sonra virgül kadar duraklama. “Seni bekliyordum,” ve nokta kadar duraklama. Yani, benim diyeceklerim bu kadar gibi bir duraklama. Benimse o an kafamda dönen tek bir soru vardı. Sen mi? Pardon ama ne ara senli benli olduk? Böyle üstten üstten bakarak “Anlamadım,” dedim. Bu arada, herhangi bir zamanda, herhangi bir mekanda bu cisimle tanışmış olabilir miyim, eğer öyleyse sonrasında rezil olmayayım, diye karışık kafamı epeyce bir zorladım. Ama yok, zihnimdeki saraylarda da çöplüklerde de adama dair en ufak bir iz yoktu. Sesi tanıdık gelecek gibi oluyordu ama bir noktada kesiliyordu o tanışıklık. Kaşının üzerindeki solgun ize takılıp kalıyordum ama daha ilerisi yoktu. Yok, ben bu adamla daha önce tanışmamıştım. “Hatırlayamadım sizi,” dedim. “Siz” dedim. “Sen” değil. Sesimdeki vurguyu anlamasını umarak gözlerimi gözlerine diktim. “Ben …..” deyip adını söyledi. İşte orası bende kayıp. Tam adını söylediği sırada yan masadaki kadının arka fonda çalan şarkıya ciğerlerini parçalarcasına eşlik edesi tuttu. Adamın adı, kadınla arka fon müziği arasında sislendi, puslandı, kayboldu. Şarkıyı bile hatırlıyorum, ama adamın adı yok. Ahmet, Mehmet gibi bir şey miydi? Yok, değildi. Öyle olsa hatırlardım. Hatırlasam inanın bana bol bol anardım.
Adam sakindi. Sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi rahat davranıyordu. Garsondan servis açmasını istedi. Masadaki mezeleri beğenmemiş olacak ki başka şeyler de sipariş verdi. Liste uzadıkça uzadı. Ben, inşallah hesabı bana kitlemez, en azından Alman usulü yaparız, diye düşünürken cüzdanımdaki para, kredi kartı limitim ve “yetersiz bakiye” uyarısı sağlı sollu darbeler indirmeye başladı. Adını bile yeni öğrendiğim, en azından teoride öğrenmiştim, adam yüzünden yaşadığım gerginlik iyice sinirimi bozmaya başladı. O an içinde bulunduğum durumla ilgili olasılıkları, hafiften dönmeye başlayan başımda tek tek sıraladım. Fizik öğretmenim de yardımcı oldu sağ olsun. “Ancak bir ölçüm yapıldığında kesin bir sonuca sahip olunur.” Bir, adam deliydi ve benim hemen kalkmam gerekiyordu. İki, birisi bana hiç de komik olmayan bir şaka yapıyordu ve benim hemen kalkmam gerekiyordu. Üç, adam beni gözüne kestirmişti ve tanışmak için böyle salakça bir fikir bulmuştu. Bu durumda adamın konuşmasına bile izin vermeden hemen kalkmam gerekiyordu. “Sanırım beni biriyle karıştırdınız. Kusura bakmayın ben de kalkmak üzereydim.” diyerek sandalyemi geriye itip çantamı karıştırmaya başladım. Kendi payıma düşeni ödeyip çıkacaktım. Bir elimle garsona hesap işareti yaparken diğer elimle kredi kartımı salladım. Bu sırada adam, yani cisim salak salak gülümsüyordu. O salak gülümseme bir yerden tanıdık gelecek gibi olduysa da üzerinde fazla durmadım. Baktı ben kararlıyım, kalkıp gideceğim, yeniden harekete geçti. Ben de sandalyemi tekrar öne çektim, yaklaşan garsonu el işaretiyle geri gönderdim ve kartımı cüzdanıma koydum.
“O zaman tanışmamızın şerefine!” deyip kadehini bana doğru kaldırdı. Adettendir n’apalım. İki kadeh tokuştu. Birer yudum içildi. Gülümsemesini hiç bozmadan, tatlı tatlı anlatmaya başladı. Kırk yıllık hayatını, kırk dakikaya sığdırdı. Neydi bu adamın adı, Metin ya da Tekin miydi? Yok adam ne metindi, ne de tekin. Zaten bir önemi de yoktu çünkü artık Fizik öğretmenim yerine Edebiyat öğretmenim dolaşıyordu beyin hücrelerimde. Tatlı sesiyle şiirler okuyor, yüz yıllık aşkları anlatıyordu. O kırk dakikada sonu mutlu biten bir aşk öyküsü bile yazmaya yeltendi bizim için. Giriş klasik, öykü durağandı. Zamanda kopukluklar vardı. Mekan tasviri ise çok sıradandı. Genç kadın, bir akşam vakti, salaş bir meyhanenin en arka masasında yalnız başına oturuyordu. Hemen durdurdum. Bir öykü yazılacaksa ben yazardım ama gerek yoktu. Böylece o akşam vakti, adını bile hatırlamadığım o adama otuz küsur yıllık hayatımı otuz küsur dakikada anlattım. Önce maskelerimi taktım, kimseye eyvallahı olmayan kadını anlattım. Sonra maskeleri bir bir düşürüp zırıl zırıl ağlamaya başladım. Akan burnuma peçete uzattı. Ağzımı yaya yaya “İyi adamsın sen beeeeğğğ!” dedim. “Sen de iyi kadınsın,” derken uzanıp dişime bulaşan ruju sildi. Kalktık. Çantam düştü, içinde ne var ne yok yerlere saçıldı. Eğilip tek tek topladı. Hesabı o ödedi. Yemin billah ettim. “En azından Alman usulü yapalım,” dedim. “Bir dahaki sefere senden olsun.” dedi. Bir dahaki sefer olacağına emindi. Koluna girdim. “Ben yürürğğğğrümmm yaaağğ.” dedim. “Olmaz, birlikte gidelim.” dedi. Arabasına kustum. Oturdum bir de buna ağladım. “Yarın temizletirim sen üzülme.” dedi. Eve geldik. Anahtarı bir türlü kilide sokamadım. Ben, ‘Kapıda neden üç kilit var? Hangisi doğru acaba?’ diye düşünürken anahtarı alıp kapıyı açtı. Beni banyoya götürüp elimi, yüzümü, ağzımı, gözümü bir güzel yıkadı. Üzerimdekileri çıkardı. Saçlarımı sevdi. Ben de onu sevdim. Lanet olası fizik kanunları yine devredeydi. “Bir kara deliğin öylesine büyük kütlesi vardır ki, kütle çekimi alanı herhangi bir ışığın kaçmasını önler.” Seviştik. Evren genişlemeye başladı.
Başlangıçta her şey toz bulutuydu. Yine öyle. Adamın maddesel her hali aklımda; teni, kokusu, sesi hafızamın saraylarında çoktan yerini aldı. Ama adını bir türlü hatırlamıyorum. Müfit’le geçirdiğimiz gecenin sonunda hesabı ben ödemeseydim, Mert dişlerime bulaşan kırmızı rujuma tiksinerek bakmasaydı, Zeki fizik kanunlarını yerle bir edecek kadar tipsiz olmasaydı, Mesut arabasına kustuğum için bana bağırmasaydı, Ahmet yere dökülen eşyalarımı toplarken yardım etmek yerine memelerime bakmayı tercih etmeseydi, Mehmet ağzının suyu aka aka yan masadaki kadını süzmek yerine anlattıklarımı dinleseydi, Metin kapıda doğru kilidi bulmaya çalıştığım sırada göbeğini tuta tuta gülmeseydi, Tekin saçlarımı sevseydi belki adamın adını hatırlardım. Ama yok, adamın adı bir türlü aklıma gelmiyor. Neydi bu adamın adı?
Nuray Elçin
yine güzel bitiriş, tebrik ederim
Çok teşekkür ediyorum.
Ben bunu beğendim 😊ellerinize emeğinize ve düşüncelerinize sağlık👋👋
Tebrik ederim keyifle okudum.
Çok teşekkür ederim. Çok sevindim beğenmene:)
Gerçekten çok güzel bir öykü. Elinize sağlık 🌿
Sevgili Nuray Elçin
Tek kelimeyle şahane bir öykü, kutlarım, kaleminize sağlık. İnşallah kitabınızı da okumak nasip olur.
Yasemin Hanım çok teşekkür ederim kıymetli yorumunuz ve güzel dileğiniz için. Çok mutlu oldum.
Yasemin Hanım çok teşekkür ederim kıymetli yorumunuz ve güzel dileğiniz için. Çok mutlu oldum.
Kaleminize sağlık, güzel bir yazı, keyifle okudum…
Çok teşekkür ederim.
Yine çok keyifli bir Nuray Elçin öyküsü okudum. Yüreğine sağlık
Teşekkür ederim 🙂
Çok güzel bir öykü eline sağlık Nuray😘
Teşekkürler 🙂
çok akıcı ve ustaca bir anlatımdı. Tebrikler
Çok teşekkür ederim 🙂
Çok hoş bir öykü. Tebrikler.
Çok teşekkür ederim 🙂
Valla, son zamanlarda olkuduğum iyi öykülerden. Elinize sağlık
Çok teşekkür ederim 🙂
Harikasın Nuray Hocam…💞
Çok teşekkür ederim 🙂
Her öyküsünde kelimeler arasında kaybolup gidiyorum. Ne büyük bir şans ve keyif Nuray’ın gönlünden, dilinden, kaleminden süzülen öykülerle buluşmak!
Çoook çok teşekkür ederim 🙂 ne güzel bir yorum gelmiş 🙂
Harika bir öykü, çok beğendim. Kaleminize, yüreğinize sağlık 👏🏼