Gerçeği olduğu gibi anlatmak, aktarmak sanat değildir. O durumda meydana getirilen ürün bir makale, belge, belgesel ya da bir haber olabilir. Onun sanat olabilmesi için gerçeği, zamanı, mekânı eğip bükmek gerekir. Estetik kaygıların devreye girmesi kaçınılmazdır ki bir şeyin sanat olmasındaki en temel ayrım budur. Özgünlük, stil, üslup ve ince işçilik…

Kurmaca metinler her ne kadar gerçek hayattan beslense de gerçeğin birebir aynısı değildir; çünkü kurmacanın kendi evreni, yaratılmış bir atmosferi vardır. Sanatçı tıpkı bir oyun kurucu gibi oyuna okurunu, izleyicisini de dâhil eder. Yazar bu bağlamı sözcükler yardımıyla, imgelerin zihnimizdeki izdüşümü ile kurmaya çalışır. Fotoğrafçı ise görselin yani imgenin kendisi aracılığıyla… Bu anlamda öykü ve fotoğraf, başı-sonu olmayan hikâyeler sunabilir insana. Demek ki bu iki sanat dalı için hem bir sınırlılıktan hem de engin bir düş gücünden söz edilebilir.

Sanatçı, eserinde her şeyi anlatamaz. Fotoğraf kadrajla sınırlandırılmış görüntünün ötesine bir gönderme, daha fazlasını düşündürme ile yapabilir bunu. Öyküde ise az sözcükle bütünü anlatabilmek, çağrışımlı metinler yaratmaktır esas olan. Sanatçı tam da bu noktada metnine/kadrajına neleri alıp neleri dışarıda bırakacağına karar vermelidir. Sadeleştirmek, fazlalıklardan arındırmak hem sanat eserini okumayı kolaylaştırır hem de gösterdiği, işaret ettiği “şey” kadar gösterilmeyeni düşündürmeyi amaçlar. Bunu yaparken de zıtlıklardan, benzerliklerden, metaforlardan yararlanır. Mevcut olan ve olmayan arasındaki ilişkiyi kurmak da okura, izleyiciye düşer. Böylece boşlukları tamamlayan okur ya da izleyici, yaratı sürecine katkı koyarak onun bir parçası, tamamlayıcısı olur. Burada amaç sanatçı tarafından okura, izleyiciye sunulan olayın öncesine / sonrasına, geçmişine / geleceğine ilişkin yeni bir hikâye yazdırmaktır.

Her iki disiplin de yoruma açıktır. Anlatımcı fotoğraflar, anlatımcı öyküler gibi açıklayıcıdır. Kişiler, nesneler, ışık, gölge, zaman, mekân ve kompozisyon gibi detayları ilişkilendirerek kolaylıkla bir anlam oluşturabiliriz. Kişinin yüz hatları, ifadesi, mimikleri, duruşu, kıyafetleri ya da mekânsal özellikler, mimari, nesnelerin dağılımı bize birer fikir verebilir. Ama bazı fotoğraflardaki kişi ya da nesneler hakkında sınırlı bilgimiz vardır. Hatta hiçbir fikrimiz olmayabilir. Eğer ki fotoğraf bize yeterli bilgiyi ve ipuçlarını vermiyorsa hayal gücümüz sayesinde uydurmaya başlarız. Fotoğraftaki öğelere bakarak tahmin yürütürüz. Kapalı öyküler de böyledir. Okur dediğimiz, metni yorumlayan, onu yeniden yazan kişidir. İlk okumasında metne kendi yorumunu getirir. Sorular sorarak ve yazarın verdiği ipuçlarını takip ederek ilerler. Sonraki okumalarda (ister fotoğraf ister öyküde olsun) sanatçının eserine gizlediği anlam arayışının peşine düşer ve kendi deneyimlerinin, bilgi birikiminin süzgecinden geçirerek hikâyeyi yeniden yazmaya başlar, yorumlar.

Soldan sağa: Ercan Kesal, Ahmet Erhan, Behçet Aysan, Adnan Özer

Fotoğrafçılık, arşivcilik çoğunlukla belgeleme, tarihsel/toplumsal koşulları kayda geçirmek içindir. Sanat fotoğrafları dışında kalan, yaşam öyküsünden alınmış, kişisel tecrübeye dayanarak zamanı durduran, donduran özel fotoğraflarda da vardır. Ercan Kesal’ın, “Ankara Rüzgârı” başlığını taşıyan metnine konu olan, 1985 yılına ait fotoğraf da öyledir. Ankara’da bir çatı katında kalan dört arkadaş (Ercan Kesal, Ahmet Erhan, Behçet Aysan, Adnan Özer) için “Hepimizin hayatlarının baş köşesinde şiir ve müzik vardı,” demiştir Kesal, “Bazı fotoğraflar içinizi yakar her seferinde ve azaldığınızı hissedersiniz. Bu fotoğraf da onlardan biri işte.”

Elbette haber, savaş, resmî ve adli tıp fotoğraflarından hatta foto röportajlardan söz edilebilir. Fotoğraf, bir belge niteliği taşıyorsa kuşkusuz bilgi de verir ama öykünün ders verme, illaki bir şey anlatma, öğretme kaygısı yoktur. Yine de bir bilgi ve deneyim aktarımı söz konusudur. Çünkü ikisi de duyulara hitap eder. Öyküde beş duyu kullanılarak betimler yapılır. Fotoğraf ise buna işaret edebilir, dokunmayı, koklamayı, tatmayı düşündürür, çağrıştırır.

Birinde gördüklerimiz, diğerinde okuduklarımız üzerinde düşünmeye başlarız. Fotoğraf görünen şeylerin yansımasıdır. Onun kendi başına bir hikâyesi olabilir. Sanatçı, görsel imgeleri kullanarak bize bir şey anlatmaya çalışır. Bu rastlantısal bir pozlama ânı ya da önceden düşünülerek yaratılmış bir poz olabilir. Geçmişini, öncesini bilmediğimiz bir fotoğrafa sözcüklerle anlam yükleyebilir, ona bir gelecek giydirebilir, imgeler ve ipuçları sayesinde onu zihnimizde yeniden inşa edebiliriz. Böylece görüntüler ve sözcükler el ele verdiğinde, ortaya daha güçlü bir anlam çıkar. Fotoğrafın da metnin de yepyeni bir hikâyesi olur.

“Caddede hafta sonu sessizliği hâkim. Eski ve haşmetli demir kapısıyla, azınlıklara ait bir okulun karşısında yer alan büyükçe bir apartmanın önündeyim. Ağır kapının sağ tarafına sıralanmış numaralardan birinin ziline basıyorum. Az sonra ikinci katın geniş penceresinin caddeye bakan perdeleri dalgalanıyor, birisi, yaşlıca bir adam, aşağıya kapının önüne bakmaya çalışıyor. Biraz geriye çıkarak kendimi gösteriyorum. Az sonra kapı açılıyor ve birbirine sarılarak yükselen mermer, yılankavi merdivenleri tırmanarak kapıya varıyorum. Haftada bir temizlik ve yemek işlerine geldiğini bildiğim yaşlı kadın açıyor kapıyı ve hiçbir şey söylemeden kayboluyor sonra.” (Zamanın İzinde, s. 147)

Bu düşünceler Kesal’ın bir sohbeti kaydetmek üzere Metin Erksan’ı evinde ziyaret edişinin ardından yazılmış. Bir okur olarak bu bilgiye sahip olmadan o metni okumaya başladığımızda ise şu soruyu kolaylıkla aklımızdan geçirebiliriz: Bir öykünün giriş paragrafı değilse nedir öyleyse?

Esme Aras