“Kadının varlığına katlanamayan zihniyet, elbette onun yazmasına, okumasına, düşünmesine de karşıdır.”
Virginia Woolf
Her ne kadar okuduğumuz edebi metinlerin bir kurmaca olduğunu, yazarın hayattan esinlenerek yaratığı olaylar ve karakterle sınırlı olduğunu bilsek de çoğu zaman metinde sunulan karakterleri etrafımızda arar, olayları gerçek deneyimlerle karşılaştırırız. Çoğu okuyucunun ruhunu güvenle teslim ettiği, saygı duyduğu yazarları vardır. Bir süre sonra bu yazarların anlattıkları, kendi kafamızdaki inanışlarla, hislerle iç içe geçer ve biz kurmaca, gerçeklik ve büyülü gerçeklik dünyasında kelimeleri cümleleri harmanlayıp daha da coşkulu, daha fazlasını almaya aç okurlara dönüşürüz ama bu kitabı okuduktan sonra fark ettim ki her yeni metne daha da körleşerek sarılıyoruz. Bu beyhude çabanın özünde Daniel Pennac’ın Roman Gibi kitabında belirttiği okuma üzerine geliştirilen dogmaların çok büyük bir etkisi var. Yaşamak ve mutlu olmak için değil; kabul görmek, çelişkilerimizden kaçmak ve günü kurtarmak için okuma eylemini kutsallaştırdığımızdan satır aralarını görmezden gelip şekilselliğe yenik düşüyoruz.

“Gaflet / Modern Türkçe Edebiyatın Sinir Uçları” edebiyat metinlerindeki cinsiyetçiliği, türcülüğü, insanmerkezciliği ve bir takım tarihsel ve sosyal sapmaları feminist anlatıbilimin bakış açısıyla Türk edebiyatının değişik dönemlerinden yazarlar ve onların eserlerinin analizleri üzerinden anlatarak körleşen gözlerimizi açmamızı isteyen bir derleme kitap. Deniz Gündoğan İbrişim, Gaflet’te kendisine mesele edindiği toplumsal cinsiyet, temsil ve etik karşılaşmasında açılan cinsiyetçi, homofobik, türcü kurguların Türkçe edebiyatta kültürel, toplumsal ve tarihsel olarak ilmek ilmek nasıl örüldüğünü ayrıntılı anlatan yazılar olduğunu belirtiyor. (Gaflet, s. 45)
Sema Kaygusuz ve Deniz Gündoğan İbrişim tarafından derlenen kitapta yer alan, ayrıntılı bir şekilde ve özenle hazırlanmış, her biri bir kitap niteliğinde olabilecek yazılar; akademik terimler, yoğun referanslar, kafa karıştırıcı, sorgulayıcı tespitler açısından okurun gözünü korkutabilir. Ancak Gaflet zihin açıcı tespitleriyle, “tamam her şey iyi güzel de ama…” diye bitirdiğiniz pek çok edebi metinde içinize sinmeyen taşları yerine oturtan, geriye dönüp okuduğunuz eserleri daha geniş perspektiften değerlendirmenizi sağlayan, keyifle okuyacağınız bir kitap.
Bütün yazıları değerlendirmek ve bizi düşündürten hatta daha da öteye gidip yazmaya iten bu analizlerin hepsini ele almak için yeni bir kitap yazmak gerekeceğinden, yalnızca kitaptaki birkaç yazı üzerine yoğunlaşmak istiyorum.
“Ben edebiyatçı Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yad edilemem.”
Suat Derviş

Senem Timuroğlu, Anlatılan “Bizim” Hikâyemiz Değil adlı yazısında Türk edebiyatının tarihsel sürecinde kadın yazarlar ve feminist edebiyat geleneği üzerine yoğunlaşmıştır. Timuroğlu’nun belirtmek istediği noktalar şunlardır: Birtakım reformlarla gerçekleşen Tanzimat dönemindeki modernleşme süreci, edebiyatta erkek aydınlara boyun eğme, silikleşme, batının gölgesinde kimlik arayışına girme deneyimi yaşatırken kadın yazarlara ve aydınlara birey olma, özne olarak merkezde yer alma, benlik inşa etme ve kendi imzalarıyla yazma özgürlüğünü ön plana çıkarmıştır. Osmanlı’da farklı etnisiteden birtakım kadın yazarlar, edebi ve politik açıdan modernleşen toplumun birer aktörü olmayı başarmışlardır. Hanımlara Mahsus Gazete, Kadınlar Dünyası, Kadın Yolu gibi gazete ve dergilerde Nezihe Muhiddin, Suat Derviş, Yaşar Nezihe gibi yazarlar feminizm, toplumsal sorunlar, eğitim ve çalışma konularına ağırlık vermişlerdir. 1935 yılında Türk Kadınlar Birliğinin fesh edilmesiyle birlikte Tanzimat döneminde başlayan Türk edebiyatındaki feminist bakış açısı silikleşmeye başlamıştır. Toplumsal alanlarda yazdıkları eserleriyle varlıklarını duyuran kadın aydınlar, Cumhuriyet rejiminin şekillendirmek istediği ulusal edebiyat anlayışında kurucu erkek temsilinin gerisinde kalmış, yeni kadın idealiyle bastırılmıştır. Cumhuriyet sonrası dönemde öznel, nesnel, sosyalist eleştiriyi savunan erkeklerin kendi aralarında kalem kavgalarına giriştikleri, kadın yazarlara karşı kadın düşmanı tutumların normal bulunduğu bir entelektüel kültürün serpildiği bir edebiyat ortamı gelişmiştir. Osmanlı kadın edebiyatıyla bağları koparılan güçlü kadın yazarlar ancak 1950 sonrasında kendilerini ortaya koyabilmişlerdir. (Gaflet, s. 63-79)
“Kadını götürüp mutfağa ya da süslenme odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz; kanatlarını kesiyoruz, sonra, uçamıyor diye yakınıyoruz.”
Simone de Beauvoir

Irvin Cemil Schick “Güngör Dilmen’in Ben, Anadolu Oyunu: Niyet Edilen Kısmet Olmayınca…” adlı yazısında, “Ben Anadolu” adlı oyunun kadını merkeze alan bir iddiası olmasına rağmen, cinsiyetçi ve milliyetçi önyargılarla Anadolu kadınını retrospektif bir bakış açısıyla tanımladığını belirtmektedir. Eserde, kadın salt kadın insan ya da salt kadın olmaktan öte birinin karısı, bir erkeğin anası, kızı ya da kız kardeşi olarak temsil edilmiş; eser 1980’lerde devlet tarafından desteklenen bir tiyatro oyunu olarak sergilenmiş ve darbe sonrası oluşturulmaya çalışılan milliyetçi rejimin bir temsilcisi olmuştur. Ayrıca, oyunda Anadolu taraflı ve milliyetçi bir bakış açısıyla resmedilmiş, tarih boyunca yaşanan savaşlar sonucunda yenilen bazı nüfuslar yok sayılmıştır. Bütün Anadolu kadınları tek örnek bir Türk kadınına indirgenmiş; makbul kadın, erkeğinin yahut erkeklerinin bir uzantısı olarak tanımlanmıştır. (Gaflet, s. 52-62)

Aynı şekilde, Merin Sever Sınavı Geçemeyen “Büyük Yazar”: Kemal Tahir adlı yazısında Kemal Tahir’in kadın ve kadın kimliği, erkeklik ve toplumsal cinsiyet meselesine bakış açısını incelemiştir. Toplumcu gerçekçiliğin kaynağı olan Sosyalist-Marksist görüş ışığında eserler kaleme alan Tahir, tarihsel olaylarla kurmacayı birleştirerek köy insanının hayatını ve gerçeklerini anlatır. Merin Sever, romanı insanlığa hizmet etmesi gereken bir araç olarak gören bir toplumsalcı bakış açısına sahip olan Kemal Tahir’in, özellikle Devlet Ana ve Kurt Kanunu adlı romanlarının milliyetçilik, ataerklik ve cinsiyetçilikle sıkı bağlar içerisinde olduğunu belirtir. Sever’in vurguladığı bazı önemli noktalar şunlardır: Her iki romanını da erkeklere hitap edeceğini varsayarak cinsellik dozu yüksek giriş bölümleriyle başlatır. Kadın; erkek cinselliğinde bir eşya, güce kuvvete düşkün, diğer yandan da erkeklerin korkaklıklarını bastırmak için kullandıkları bir meta olarak tasvir edilir. Annelik algısıyla kutsallaştırılan, kahramanlık algısıyla erkekleştirilen kadının cinsiyeti ve cinselliğiyle bağı koparılmıştır. (Gaflet, s. 80-95)
Toplumun her kesiminde, kadını evinde çile çeken, yuva yapan, çocuğunun kocasının bir uzvu ya da tam tersine yuva yıkan, erkeği yoldan çıkaran olarak gören zihniyetin bu büyük yazarların romanlarında da nasıl baş köşede yer bulduğunu görmek kadının toplumsal hayatta var oluşuyla ilgili önyargıların kırılmasının ne kadar da zor olacağını gösterdiğinden, Sever’in bu yazısı ayrı bir önem taşımaktadır.
Günümüz Türk edebiyatının önemli yazarlarından İhsan Oktay Anar’ın romanlarını inceleyen Damla Tezel, İhsan Oktay Anar Romanlarında “Yokluk” adlı yazısında romanlardaki kadın yokluğu üzerine yoğunlaşmıştır. Anar’ın büyülü gerçekçi bakış açısıyla kurulmuş romanları tarihsel bir düzlem üzerine oturan masallar gibidir. Eserlerinde genel olarak erkeğin güç mücadelesi anlatılmaktadır. Tezel’in vurguladığı gibi Anar, özenle hazırladığı bu kurgulardan kadınları bilinçli bir şekilde soyutlamış; arka planda bıraktığı kadınları ya da kadınsı karakterleri ya açıkça dışlamış ya da erkek hikayelerinin fonunda metalaştırarak yer vermiştir. Oysaki kurguladığı tarihi ve masalsı düzlemde kadın olmak başlı başına bir mücadeledir ve kolaylıkla macera romanlarında yer bulabilir. Tezel, kadını esere bir figür olarak koymak değil kadının hikayesini koymanın önemli olduğunu belirtiyor ve bu aktarımda en önemli etmenin dil olduğunu vurguluyor. (Gaflet, s. 96-105) Yazılı dili çok güçlü bir şekilde kullanan kurgularıyla bizi bambaşka dünyalarda dolaştıran Anar’ın bilinçli bir şekilde ataerkil toplumun yansıması olan eril kurguyu öne çıkarıp kadını yok sayması bilinçli okurlar için büyük bir hayal kırıklığıdır.

Son olarak, feminizm ve türcülük üzerine odaklanan Ezgi Hamzaçebi’nin “Netameli Bir Yakınlık: Feminizm ve Türcülük” yazısından önemli noktaları belirtmek istiyorum. Hamzaçebi feminist mücadele için önemli olduğunu düşündüğü Latife Tekin’in Muinar, Mine Söğüt’ün Deli Kadın Hikâyeleri ve Şebnem İşigüzel’in Kirpiklerimin Gölgesi adlı metinlerini incelemiştir. Ekofeminizm, doğal dünyanın sömürülmesi ile kadının baskılanması ve yok sayılması arasında bağlantı kurar. Özellikle kapitalist sistemin politikalarından olan eril sömürge karşısında kadınlık ve doğa arasında bir özdeşlik kurarak her ikisi için de mücadele etmeyi amaçlar. Bu bağlamda Hamzaçebi’nin vurguladığı noktalar şunlardır: Muinar’da kadınlar ve doğa arasında doğum gibi biyolojik süreçler üzerinden bir bağ kurulması ve bu sürecin her bedende aynı biçimde ve düzende gerçekleştiği varsayımından yola çıkılması, kadınlık deneyimini genelleyip indirgeme eğilimindedir. Ayrıca mücadeleyi yalnızca biyolojik olarak kadın olan bedenlerle ve bu bedenlerin birebir benzediği iddia edilen doğa birlikteliğinde aramak yetersiz olacaktır. Çünkü iktidar norm dışı tüm erkeklik ve kadınlık hallerini hedef almaktadır. Deli Kadın Hikâyeleri’nde kadın karakterlerin uğradıkları baskı ve ötekileştirme karşısında yalnız, kurban, acı çekmeye ve intihar etmeye meyilli oldukları görülür. Oysaki direniş, toplumsal bağlar ve ilişkiler kurmaktır. Kadının tek çaresi intihar ya da ölüm değil, bir yaşam savunumu, birlikte hayatta kalma mücadelesi olmalıdır. Son olarak hayvanlar üzerinden verilen örneklerde, hayvan ile insan arasında yaratılan hiyerarşinin pekişmesi, hayvanlara ilişkin yerleşmiş temsillerin metinlerde vurgulanması söz konusudur. Kedi gibi evcil hayvanlar insana daha yakın daha sempatik gösterilirken, yırtıcı, sürüngen, avcı hayvanların olumsuz karakter özellikleriyle kodlandığı tespit edilmiştir. (Gaflet, s. 218-234)
Türe, cinsiyete, ırka, inanışlara karşı geliştirilen önyargılar, toplumsal sistemlerin bilinçli olarak geliştirdiği ötekileştirme politikalarıyla normalleştirilmeye çalışılmaktadır. Yukarıda örneklendirilen ve kitapta yer alan diğer yazarlar Türk Edebiyatının önemli yazarlarıdır. Bu yüzden bu çalışma çok değerlidir. Bilinçli okuyucu olma, okudukça farkındalık geliştirme açısından dikkat etmemiz gereken noktaları cinsiyetçilik, türcülük ve insanmerkezcilik temel alınarak feminist bir bakış açısıyla anlatmışlardır.
Züleyha Çelik
Kaleminize sağlık, keyifle okudum. Zorlu bir okuma bu denli lezzetli ele
alınınca insana okuyabilirim cesareti veriyor. Daha sık yazmalısınız.
Çpk teşekkür ederim
Tebrikler. Keyifle okudum. Devamını bekliyoruz.
Teşekkür ederim
Tebrikler. Bir solukta okudum.
Teşekkür ederim
Çok tebrik ederim; zihniyetinize elbette yazmanıza okumanıza düsünmenize sağlık…
Teşekkür ederim
Makbul yazarlara yönelik varolan algıları ters yüz eden, ezberi bozan bir inceleme yazısı. Bu çalışma bu alan için başlangıç yazısı olabilir. Sanırım edebiyatta, sanatın ve üretimin her alaninda cinsiyetçi, insan merkezli bakış açısının tahtını sarsacak böyle çalışmalara çok ihtiyaç var. Kutluyorum Züleyha… iyi okur olduğun aşikârdı. Şimdi de iyi yazma yolundasın 🙂
Çok teşekkür ediyorum 🙂
Tebrikler Züleyha, eseri okumadan yazını okudum ve inanılmaz merak uyandırdı eser, çok güzel ifade etmişsin, çok etkileyici bir şekilde bir araya gelmiş kelimeler.
Ayşe İZCİ
Çok teşekkür ederim