Kısa ve öz: Kâmil Erdem’in edebiyatına rengini veren asli unsur belirsizliktir:
“Mermerde bile kesinlik yoktur.” (“Törensiz Bir Cenaze”)
Anlatı yapıları açısından bakıldığında, Yok Yolcu’daki öykülerin başlangıçları gelişimlerine dair genellikle hemen hiçbir şey söylemez mesela. Kervanın yolda düzüldüğü hissedilir. Bazı öykü kişileri anlatının merkezine yerleşecek gibi olup geri çekilir, bazen şöyle bir selam verip geçerler. İçerik bakımından da ha keza, bir değişim beklentisi, “Şu yağmur bir yağsa” arzusu, “Ha şimdi oldu ha şimdi olacak” sıkıntısı karakterlerden okura yansır – fakat tam olarak ne olacağının üstü hâlâ kapalıdır.

Yazar ve karakterleri arasında bile açıklık reddedilir, karakter davranışlarını açıklarken “nedense”, “ne bileyim”, “belki”, “muhtemelen” der yazar sık sık, duyulan sesin inleme mi yoksa hıçkırma mı olduğunu okura sorar, karakterler hakkında önermeler ortaya atıp (daha doğrusu atar gibi yapıp) yine kendisi reddedebilir ya da:
“Bir cenazenin gömüt çukuruna götürülmesi esnasında herhangi bir taşıyıcının aklından Henri Matisse geçer mi? Hayır, onun da geçmiyordu doğallıkla.” (“Törensiz Bir Cenaze”)
Enteresan olansa, öykülerdeki zamanın buna tamamen karşıt bir seyir izlemesidir. Tempo düşük, cümleden cümleye atılan adımlar sakin, olaylar ve nesneler arası geçişler yumuşaktır Kâmil Erdem’de. İleriye doğru atılan her iki adımın arasına geçmişe dönük bir adım giriverir. Ne var ki buna binaen “Geçmişin şimdi üzerindeki ağırlığı hissedilir” demek düpedüz hatalı olur, “Öykülerin öznesi büyük harfle ‘Tarih’tir” iddiası da cezbedici olsa da yanıltıcıdır. Zira geleceğe uzanan aktif bir “şimdi” değil, geçmekten ziyade “şimdi”yi de içine alarak genişlemiş, hayatına devam eden bir geçmiş söz konusu gibidir, sonrasında yaşanan her şeyin geçmişe düşülen dipnotlardan ibaret olduğu hissedilir. Zamanın parçalara bölünmediği dönemler özlemle anılırken (“Aşçı ve Gül Hanım”), modernitenin gelişiyle beraber zamanın düzenlenmesi protesto edilir (“Çıkmaz Sokak”). Şimdinin belirsizliğin içinde nostalji kendini apaçık hissettirir.
Geçmişin şimdiyi sarıp sarmalayan, zihni sürekli kendisiyle meşgul olmaya, onu bozup bozup yeniden kurmaya çağıran bu ağırlığına karşın iyi ya da kötü bir değişim ihtimali, bir gelecek imkânı da her an oradadır yalnız. Havanın her an dönebileceği açık alanları, sisleri, bulutları, görüntünün silikleşmesini tercih eder bu yüzden Kâmil Erdem, kişi zindandaysa bile bulutlar hasbıhal etmeye uğrar onun dünyasında (“Sıradan Bir Akşam”). Öykülerin “hülyalı” olma hâlleri salt lirik bir etki yaratma arzusundan kaynaklanmaz, umudun ve hayal gücünün somut durumun kes(k)inliğini sekteye uğratması, gerçekliğe “yarı baygın” gözlerle bakılması söz konusudur. Dolayısıyla şimdiki zaman çifte bir kuşatma altındadır diyebiliriz: Nostaljinin, melankolinin ağırlığı ile umudun ve hayalin aceleci sızma girişimi.

Kâmil Erdem’in iddiası şudur: “Tam da şu an”ı yazamazsınız zaten, imkânsız ve gülünç bir çabadır bu. Yediğiniz dayağı tam da o an anlatmak, anlatının akışının bozulmasından ibarettir sözgelimi (“Sislerin Arası”). Aslolan bugünü onun üzerinde belirleyici olanla, yani geçmiş ve/veya gelecekle yan yana koyabilmektir. “Yan yana” yalnız, üst üste veya ardı sıra değil. Zamanın bölünmesini kabul etmiyordu Kâmil Erdem zaten, hatırlayalım. Öyleyse geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım yaparak aceleci davranmıyor muyuz? Bir kayıp yakınının “uzaklardan gelen” bakışını düşünelim (“Havalar Yine Isınacak”). Neresidir o uzaklar? Kaybetme operasyonunun henüz yapılmadığı geçmiş mi yoksa kaybedilene kavuşulacak ya da kaybetme diye bir şeyin kalmayacağı gelecek mi? Sorunun doğrusu: Bu ikisi ayrılabilir mi, kökü geçmişte, meyvesi gelecekte bir derdi sırtında taşıyanların geçmiş veya gelecekten yalnızca birine bakması beklenebilir mi?
Nedenselliği ile ilgiyi kendine çağıran geçmiş ve erekselliği ile gelecek arasında sıkışmış olan, kendi başına bir anlamı olup olmadığı oldukça su götürür bir “şimdi”nin anlatıyı taşıyacağı yer en nihayetinde belirsizlikten başka bir şey olamaz dolayısıyla. “Fotoğrafta boşluklar olmalı. […] Ben şimdi boşluksuz anlatsam, roman olur” (“Havalar Yine Isınacak”) ifadesiyle tek bir harfi bile telaffuz etmeye gönül indirmeyip ağzında onun yarısını şöyle bir dolandırıverme arzusunun, yani “tamamlanmış” bir sesten şüphe etmenin (“Sislerin Arası”), öykülerin içinde sürekli bir belirip bir kaybolan hikâye ihtimallerinin kesiştiği yer de “şimdi”nin bu boşluklu, geçmiş ve gelecek tarafından delik deşik edilmiş yapısı olsa gerek.
Öykülerin alabildiğine sakin ve geniş zamanı ile çalkantılı, gelgitli, belirsiz içeriği arasındaki çelişki böyle çözülebilir ancak. Kâmil Erdem’in dayatılmış, kurgulanmış, sahte bir kategori olarak “şimdi” ile kavgalı olmasıyla.
Hakan Sipahioğlu