
Bankonun arkasındaki kızıl saçlı kız sağ kaşını yukarı kaldırdı.
“Ziyaret saati yarım saat önce bitti,” dedi.
Kaşının hareketinden içeri girmek için ısrar etmemem gerektiğini anladım. İstanbul’dan geldiğimi, babamla karısının kaza geçirdiğini söyleyemedim bile.
Montumu çıkardım, hastanenin bekleme odasındaki deri koltuklardan birine oturdum. Boş boş etrafa bakıyorum. Kimse görmeden babamın odasına girmenin bir yolunu bulmalıyım.
Plazma ekranda hastanenin reklam filmi dönüyor. Birazdan güler yüzlü bir doktor ameliyathaneden çıkıp dışarıda bekleyen hasta yakınına sarılacak. Hasta yakını hastaya, hasta çocuğuna, çocuk babaya.
Midemde yine müthiş bir yanma, çantamdan bir Talcid çıkarıp çiğnedim. Oturduğum yerden gözümle kızıl saçlıyı takip etmeye başladım. Bir süre sonra elindeki dosyayla koridorun öteki ucuna yürüdü. O gözden kaybolur kaybolmaz yerimden kalktım, 503 numaralı odaya yürüdüm. Odanın kapısını yavaşça araladım, yatağın ucuna yanaştım. Babam sırt üstü yatmış, sağ bacağı dizine kadar, sağ kolu tamamen alçıda. Derin nefesler alıp veriyor, göğsü yükselip alçalıyor. Başını bandajla birkaç kat sarmışlar. Onu böyle görünce her şeyi unutuyorum. Keşke kazadan sonra babam da onları unutmuş olsa, sadece beni hatırlasa.
Yanına iyice yaklaştım. Göz altları morarmış, kırışık yüzü çizik içinde.
“Baba ben geldim.”
Sesim titriyor. Çocukluğum boyunca hep seni bekledim desem, yerini bir türlü dolduramadım, gelmedikçe öfkelendim desem.
Elini tuttum, avuç içleri buz gibi. Yüzük parmağının derisi sıyrılmış. Gözlerini kırpıştırdı. Nefesinde düzensiz bir ritim.
“Gelmeyecektim ama geldim.”
Yolda buraya gelmemek için onlarca sebep saymıştım. Şimdi onu ne kadar çok görmek istediğimi fark ediyorum. Sevgimle öfkem neden bu kadar iç içe.
Gözünü açtı sonra yine kapadı. Beni duyuyor olabilir mi? Eğilip yanağından öptüm. Alçılı bacağını dışarıda bırakıp ayak ucundaki pikeyle üstünü örttüm. Yokuşu çıkan arabaların gürültüsü dışında ses yok. Duvarlar, pencere pervazları, dolaplar, örtüler her yer bembeyaz. Kimse gelmeden onu alsam götürsem.
Kapı aniden açıldı, kızıl saçlı içeri girdi. “Size ziyaret saatinin bittiğini söylemiştim,” dedi. Kaşı yine havada. Gözlerimi kaçırdım, oradaki varlığımdan utanarak dışarı çıktım. Burada bile fazlalığım, burada bile istenmiyorum.
Merdivenlerden indim, döner kapıdan çıkar çıkmaz, “Abla,” sesiyle irkildim. İlker’in sesi, yıllardır hiç görüşmedik. Özel günlerde mesajlaştık, babamla selam gönderdik birbirimize, hepsi bu. İnsan üvey kardeşiyle ne konuşur ne paylaşabilir ki.
Elimi uzattım. Eğildi, kollarını açıp sarıldı. Az önceki reklam filmindekiler gibi sarmaş dolaşız. Yıllar sonra bu sevgiye hiçbir anlam veremiyorum. Onun için çocukken tatillerde birkaç hafta gördüğü biriyim sadece. Gözleri hiç değişmemiş, saçları artık kısa. Pantolon, beyaz gömlek, üzerine ceket giymiş, kolunun üstüne montunu atmış. Hastane ortamı için fazlasıyla şık.
“Ne zaman geldin?” diye sordu.
“Birkaç saat önce.”
Eliyle kravatını tutup çekiştirdi.
“Geleceğini haber verseydin havaalanından aldırırdım seni.”
“Arabayla geldim. Zaten İstanbul-Ankara arası kaç saatlik yol.”
“Babam Bilge’yi çağıralım diye tutturunca seni aramak zorunda kaldık.”
Demek babam beni görmek istemiş, demek onun hayatında bir yerim var. Yüzüme yayılan gülümsemeyi fark edince toparladım.
“İyi yaptınız,” dedim. “Duyar duymaz atlayıp geldim. Bir gelişme var mı?”
“Kantine inip çay içelim. Orada daha rahat konuşuruz.”
Çay sevdiğimi unutmamış, hayret. Hastanenin girişindeki kantine indik. Birkaç masa dışında kantin boş.
“Aç mısın?”
Kafamı hayır anlamında salladım. Arkasını döndü, kantine yürüdü. Sigara içtiğini hatırlamama rağmen sigara içilmeyen masalardan birine oturdum. Uzaktan onu izliyorum. Babama ait bir iz bulmak istermiş gibi uzun uzun inceliyorum yüzünü, hareketlerini. Alnının sağ ve sol kısımlarındaki saçlar seyrelmeye başlamış, yakında o da babam gibi kel kalacak belli. Çenesinde ikisinin de gamzesi var. Ona çocuksu, babama çapkın bir ifade katıyor.
Telefonum çalıyor, ekranda annemin fotoğrafı. Babamın nasıl olduğunu, karısının ölüp ölmediğini merak ediyor. Babamla ilgili bitmek bilmeyen umutları var hâlâ.
Elinde tepsiyle İlker’in masaya yürüdüğünü görünce telefonu meşgule aldım. Tepsiyi masaya bıraktı, karşıma oturdu, bir şey söyleyecek de unutmuş gibi. Omuzlarını dikleştirdi.
“Dışarıda otursak üşür müsün?”
İsteksizce kalktım, bahçeye çıktık. Hava soğuk değil. Köşe masalardan birine oturduk. Küçük poğaçalar, kurabiyeler, bana çay, kendine kahve almış. Montunu giydi, bir sigara yaktı.
“Şu sigara meselesi can sıkıcı,” dedi. “Odaların balkonlarında sigara içmek yasak. Beş kat inip çıkmak büyük işkence. Şeytan diyor ki…”
Şu an tek sıkıntısı sigaraymış gibi. Yıllar geçmiş o hiç değişmemiş, her zamanki şımarık İlker tavırları işte. Yüzünde üzgün olduğuna dair herhangi bir belirti yok. Biraz mutsuz görünse ya, biraz daha endişeli, biraz daha çaresiz. Tabağı önüne çekti, ağzına bir parça kurabiye attı. Fincanına üç şeker atıp karıştırdı.
“İş yerine sigara odaları yaptırdım biliyor musun, hatta uyku odası bile var. Uykusu gelen gidip bir iki saat kestirebiliyor.”
Yine palavralarına başladı. Cevap vermiyorum. Babam içeride ağrılar içinde yatarken onun desteğiyle genç yaşta kurabildiği iş hayatını kişisel başarı hikayesiymiş gibi anlatıyor. Her zamanki gibi rahat, her zamanki gibi duyarsız. Neden bunları konuşuyoruz.
Midemdeki yanma arttı, içtiğim ilaçlar da iyi gelmiyor artık. Tabağı kendi önüme çektim, poğaçalardan birini aldım. Sonra bir tane daha, bir tane daha. Bu zamana kadar siz yediniz, şimdi sıra bende. Başını kaldırıp baktı; yüzüme, yanaklarıma, saçlarıma. İnceleme sırası şimdi onda. O da bana benzeyip benzemediğini düşünüyor olabilir mi. Son kalan poğaçaya uzandı.
Lokmasını çiğnerken, “İstersen biraz daha alabilirim,” dedi. Parmağıyla boş tabağı gösteriyor. Dikkatlice yüzüne baktım, gözleri kanlanmış. Ağlamış mı yoksa uykusuz mu kalmış.
“Gerek yok.”
Mide ilacımı ağzıma atıp çayımın son yudumunu aldım, bardağımı boş tabağın üstüne koydum. Uzun süre sessiz kaldık.
“Keşke gitmelerine engel olsaydım,” dedi. “Ya da arabayı babam kullansaydı.”
Sesi çatallaştı.
“Arabayı kullanan babam değil miymiş?”
Birkaç kez üst üste öksürür gibi yaparak boğazını temizledi, derin bir nefes aldı.
“Annem kullanıyormuş. Bilirsin babamın yön bulma becerisi zayıftır.”
Bilmiyorum. Babamla senin kadar zaman geçirmedim ki nereden bileceğim, demeyi düşündüm sonra vazgeçtim. Annemin durmadan yinelediği, “babanın ölümü bu kadının elinden olacak” sözü geldi aklıma. Bunu duysa iyice çıldırır.
Bir sigara daha yaktı.
“Babamı üç dört güne çıkaracaklarmış. Bir süre ayağının üzerine basmayacak.”
Babamı alsam, götürsem, benimle kalsa bir iki aya bir şeyciği kalmaz. Bir süre konuşmadan bekledim.
“Ya annen.”
“O yoğun bakımda ama iyiymiş, belki birkaç güne odaya alırlar.”
Babamı evimde hayal ediyorum. Beraber yemek yeriz, film izleriz, tekerlekli sandalyesiyle o önde, ben arkada parka yürürüz. Belki sonsuza dek böyle yaşayıp gideriz.
“İlker ben düşündüm, babamı alıp götüreyim, evimde daha rahat bakarım. Bir yandan annen bir yandan babam sana zor olacak.”
Kafasını sola çevirip dumanı yüzüme üfledi. Elimle dumanı savuşturdum.
“Yok abla, bakıcı tutarız diye düşündük biz.”
Biz’in içinde yine ben yokum. Her şeyi konuşmuş, ayarlamışlar. Beni geçiştirmek, başından savmak istermiş gibi. Yine içten içe yükselen o öfke duygusu. İçimin sıkıştığını hissediyorum ama pes etmeye niyetim yok.
“İyi düşünmüşsünüz ama ben de bakabilirim.”
Yüzünde gergin bir ifade, gözleri kaygılı.
“Bundan kuşkum yok ama senin de işin gücün var. Hem annem hastaneden çıkınca babam yanında olsun istiyoruz.”
İçeride yatanın benim de babam olduğunu unutmuş. O senin baban değil dediği günler geliyor aklıma.
Dikmen sırtlarındaki iki katlı evlerindeyiz. Sadece yazları on beş günlüğüne geliyorum buraya. İlker’le hiç anlaşamıyoruz. Her şeyi kıskanıyor, onlar benim, diyor. Ama burası babamın evi, diyorum. O senin baban değil, benim babam. Alt dudağını sarkıtmış. Ağlamasın diye babam sessiz kalıyor, ben ikinizin de babasıyım dese ya. Babam konuşmamam için parmağını dudağına götürüyor. Sen büyüksün Bilgeciğim.
Öteki evlat olmaktan sıkıldım. Buraya ait değilim, niye geldim ki onca yolu.
“Bu arada, sana bu ayki paranı ben göndereceğim, merak etme,” dedi.
Bir anda ensem buz kesti. Ellerim titreyerek saçımdaki tokayı çözdüm. Sözlerinde samimi ama söyledikleri rahatsız edici, fazlalıkmışım gibi hissettiriyor. Paraya ihtiyacım var ama buraya bunun için gelmedim.
Masadaki telefon yine çaldı. Ekranda annemin yüzü, gülümsüyor. Gülümsediği nadir anlardan. Yine onu dinlemedim. Sana söylemiştim her şey apaçık, uğruna ağlamaya bile değmez, diyecek. Kendi ağlamalarını unutmuş.
Telaşla meşgule basıp telefonu çantama koydum, derin bir iç çektim. Kalkıp gitmeliyim. Ayağa kalktım, montumu giydim.
“Gidiyor musun?”
Başımı salladım.
“Yarın yine gelirim,” dedim.
Yarın gelmeyeceğimi ikimiz de biliyoruz.
Başak Arslan
Hikaye tüylerimi ürpertti. Hani acıyı herkeste farklı bir şekilde tadarız ya aynen öyle. Hikaye bilindik ama hissiyat bambaşka.
Kurguyla uyumlu harika bir dil. Sakinlik içinde verilen duygusal yoğunluk tam tadında. Kalemine sağlık Başak Arslan.
Çok beğendim. Dingin, sürükleyici bir anlatım. Eline sağlık Başak.
Resmen yüreğimde hissettim. Çok güzel kalemine sağlık Başak.