Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hâkim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kâğıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?
25 sene öncesine rastlayan bir hevesi kısacık anlatmam pek olası değil. Şimdiden affola. Okumayı çok seven bir lise çocuğuydum, o güne kadar yazdığım günlüklerden farklı olarak yazdığım öyküyü, ki o zamanlar hikâye diyorduk, edebiyat öğretmenime göstermiştim. Dikkatlice yazdığım öyküyü okumuş, beğenisini aktarmıştı. Sonra bana Çehov’dan, Sait Faik’ten, Yaşar Kemal’den bahsetmiş, tarzımı Buket Uzuner’e benzetmiş, o sıralar edebiyat dünyasına güçlü bir giriş yapan öğrencisi Şebnem İşigüzel’i örnek göstermişti. “Çok çalışırsan sen de yazar olabilirsin,” demişti. Elbette bunların hepsi bir çocuğu yüreklendirmek içindi. Başardı da. O gün okul çıkışı kasabanın tek kitapçısı olan Yalova Kitabevi’ne gidip raflardaki kitaplara daha bir heyecanla bakmıştım. O güne kadar kitaplar ve onları yazanlar bu dünyaya ait olmayan fantastik öğelerdi. İlk kez bunun gerçek ve ulaşılabilir bir şey olduğunu hissetmiş, heyecanlanmıştım. Bir gün, benim de kitabım bu raflarda olacak hayali, o gün harçlığımla Buket Uzuner’in İki Yeşil Su Samuru kitabını almamla başladı.
Sonraki yıllar bu hayali çocukluk sandığına kaldırarak ama hep orada olduğunu bilerek geçti. Farklı bir dalda aldığım üniversite eğitimi, iş yaşamı, aile hayatı derken zaman fazla hızlı aktı. Ancak yazarlığın adı geçen tanımından ziyade dünyaya bakış tarzı olduğuna inanıyorum. Yani eğer dünyaya yazar gözüyle bakmak diye bir şey varsa ben beş yaşından bu yana yazardım. Etrafımda yaşanan her şey benim için bir hikâyenin parçası gibiydi. Pek çok insana sıradan gelen şeyler bende bir film karesini andırıyor, replikler ve müzikle canlanıyordu. Sanki görülmeyeni görüyor, saklanan insanları seçiyor, onların hikâyelerini öğrenme ya da kendim kurgulama istediği duyuyordum. Geçen yıllar boyunca okumayı ve yazmayı hep sürdürdüm. Kısa öyküler, uzun öyküler, günlükler, mektuplar, notlar. Farklı alanlarda hayatımı kazanmaya çalışırken yanımda her zaman bir defterim, defterlerim vardı ve gözlerim dünyaya özellikle de insanlara hep açıktı. Sonrasında ise bunu kişisel bir blogla hayata geçirdim ve yazma eylemini hayatımın içine daha düzenli bir biçimde aldım. Öykülerim çoğalmış, anlatacaklarım henüz yeni başlamıştı. Yaşanmışlıklar ve yaşanacaklara olan duruşum yerine yerleşmiş, biriktirdiklerim olgunlaşmıştı. Şairin bahsettiği yolun yarısındaydım, aktif iş hayatına dünyaya yeni gelen ikinci çocuğumla birlikte ara vermiş, kendi hayatımda bir dönüşüm, değişim kaygısına düşmüştüm. Ve edebiyata sarıldım. Diğer titrlerinden ziyade benim için edebiyatçı kimliğiyle tarifsiz bir hayranlık beslediğim Zülfü Livaneli’ye yazdığım bir mektup, sonrasında Livaneli’nin önerisiyle sevgili Zafer Köse’nin beni bulması, yazılarımı okuması ve yeni kurdukları Sevdalım Hayat sitesinde düzenli yazmaya başlamam süreci hızlandırdı. Sitede haftalık yazılar yazmak, disiplinimi geliştirirken yazılarımın editörlüğünü yapan Zafer Köse ile yaptığımız çalışmalar beni edebiyat alanında çok geliştirdi. “Neden yazıyorum?” sorusu kafamda netleşti. Bu artık benim mesleğim olmalıydı. Yazma eylemini boş zaman uğraşı ya da hobi olarak görmüyordum. Anlatacaklarım vardı. Bu engin denize bir taş atmalı, küçük de olsa bir hare yaratmalıydım. Edebiyat hayata müdahale etme isteğinden doğar, ben de payıma düşeni yapmak o sevmekten asla caymadığım insanın kırılgan ruhuna dokunmak, duygularda ve düşüncelerde kendime ait bir iz bırakmak istedim. Böylece günlük hayatımda alışkın olduğum pek çok şeyden feragat ederek yazma eylemini hayatımın odağına aldım, düzenli ve yoğun bir çalışmanın içine girdim. Öyküler başta olmak üzere düşünce, kitap ve müzik yazıları yazdım. Dergiler ve internette yayın yapan mecralarda yazılarım yayımlanmaya, okur tarafından karşılık görmeye başladı. Öykülerim birkaç ödülle onurlandırıldı. Elbette bir kitabım olsun istiyordum ama asıl amaç okura ulaşmaktı ve bunu çeşitli yollarla yapıyordum zaten. Güzel geri bildirimler alıyor, öykülerimdeki karakterler okurlar tarafından tanınır hale geliyordu. Mutluydum. Kitap benim için daha fazla kalbe dokunmak için bir araçtı ve zamanını beklemek gerekiyordu. Bu yüzden acele etmedim, biriktirdim ve demlendirdim. Yaklaşık elli öykü arasından çoğu yayımlanmamış öykülerle bir dosya yaptım ve iki seneye yakın beklettim. Defalarca gözden geçirdim, ilaveler, daha çok eksiltmeler yaptım. Sonunda dosyamı yayınevleri ile paylaştım. Şimdi ise ilk göz ağrımın serüvenini heyecanla ve umutla izliyorum.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?
Erken yaşta kaybettiğim babam iyi bir roman okuruydu. Hatta ilk gençliğim onun salık verdiği özellikle Rus edebiyatı klasiklerini okumakla geçti. Okurluğunun dışında babam çok iyi bir hikâye anlatıcısıydı. Çocukken kardeşim ve bana anlattığı masalları kendisi üretir, anılarını ve yaşanmış hikâyeleri bile kendine özgü bir üslupla zenginleştirirdi. Hayal kurmayı ve bunları hikâyeleştirmeyi babamdan öğrendim diyebilirim. Ona öykünerek kaleme aldığım öyküleri ilk okuyan, beni yüreklendiren hatta bunları biriktirmek için bana afili bir defter alan babamı onulmaz bir hasretle anıyorum. O zamanlardan bu yana okuyacak ve anlatacak çok fazla hikâyenin varlığı, aynı zamanda bir okur olarak en sevdiğim türün öykü olması, beni bu tür üzerinde çalışmaya itti. Aynı zamanda sıkılgan ve aceleci bir karaktere sahip olduğum doğru. Kendi hayatımı irdelerken de hep bir hayatın ne kadar sıkıcı olduğunu düşünmüşümdür. Bu yüzden “Bir değil bin hayatım var” sloganı ile yola çıktım. Pek çok karakter, pek çok hikâye ile kendi hayatımı zenginleştirdim. Öykü okumayı, öykü yazmayı hayatın her karesini öyküleştirmeyi böylelikle hayata müdahale etmeyi seviyorum.
Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?
Dosyamı paylaşmaya karar verdiğimde kafamda çocukluk hayalim Can Yayınevi vardı. İlk üç aylık süreç heyecanlı ve sabırsız geçti. Sonunda olumsuz yanıt aldığımda çok üzüldüğümü hatta gözyaşı döktüğümü belirtmek isterim. Sonra okur olarak çizgisini beğendiğim üç büyük yayınevi ile dosyamı paylaştım. Bu kez daha umutsuzdum. Çünkü pandemi süreci ile birlikte ülkedeki ekonomik ve sosyolojik kriz artıyor, şartlar gittikçe olumsuzlaşıyordu. Yaklaşık dört ay sonra İnkılâp Kitabevi’nin genel yayın direktörü Gülşen İşeri beni aradığında sahiden şaşırdım ve mutlu oldum. Özellikle ilk kitap ve öykü türünde fazla örneği olmayan köklü bir yayınevi olan İnkılâp Kitabevi ile yola çıkmak bana gurur verdi. Pandemi sebebi ile takvimlerinin geriden geldiğini ve beklemeyi kabul edip etmeyeceğimi sorduklarında bunu kabul ettim. Çünkü güvendiğiniz ve yola birlikte çıkmaktan gurur duyacağınız yayınevi ile karşılaşmanın bu ortamda büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. 15 ay süren bekleme sürecinin sabırsızlıkla geçtiğini itiraf etmeliyim. Ancak yayınevim, söz verdikleri üzere bahsettikleri tarihte kitabımı yayına hazırladı. Editörüm Ezgi Hotalak ile birkaç gün süren sağlıklı bir çalışma yaptık, kitap kapağımı grafik tasarımcı kız kardeşim Esra Köymen hazırladı. Arka kapak yazısını ise yola çıkmama vesile olan sevgili Zülfü Livaneli’nin yazması benim için büyük bir onurdu. Sözün özü 15 ay gibi uzun bir süre bekledikten sonra kitabın matbaaya gitmesi bir haftadan kısa bir sürede gerçekleşti. Editöründen, halka ilişkiler sorumlusuna, dağıtımdan sosyal medya uzmanına kadar tüm İnkılap ailesinin ne kadar profesyonel ve düzenli çalıştıklarına şahit oldum ve beklemekle ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım. Bu süreçte hepsinin samimiyetle ve dostlukla yanımda olmaları ise benim için büyük mutluluk. Hepsine teşekkür ederim.
Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?
Az önce de bahsettiğim gibi profesyonel yazım çalışmasına Sevdalım Hayat ve sitenin editörü, yazar Zafer Köse ile başladım. Site dışında da yazdığım yazıları, öyküleri onunla paylaşıyordum. Yazdıklarım üzerinden yola çıkarak edebiyat ve hayat üzerine çokça sohbetimiz oldu. Sabırla ve özenle her yazdığım yazıyı okuyup redaksiyon çalışmalarını yaptı, düşüncelerini aktardı. Kendi kabul etmese de benim için her sohbet bir ders, her çalışma sonrası için bir ödev niteliğindeydi. Edebiyat yaklaşımı, düşünce geliştirme ve bunları kaleme almanın yanı sıra öykü türünün matematiği, ince işçilik ve teknik yaklaşımlar ile ilgili pek çok şeyi ondan öğrendim. Kurduğumuz güçlü dostluğun değeri bir yana kendisini edebi bir mentor olarak anıyorum. Bu bağlamda tüm öykülerimin ortaya çıkışına şahit olduğu, görüş belirttiği ve düzenleme kısmında yardımcı olduğu için bu süreçte kendisini editörüm olarak tanımlayabilirim.
İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?
Henüz bir değişiklik hissetmiyorum, değişeceğini de düşünmüyorum. Dediğim gibi uzunca bir süredir okura bir şekilde ulaştığım için okur düşüncelerinin yazara ulaşmasının paha biçilmez tadını biliyorum. Şimdi heyecanla ve umutla öykülerimin daha çok yüreğe dokunmasını ve umarım bir iz bırakırsa bu etkinin geri dönüşlerini, edebiyat camiasının beni geliştireceğini düşündüğüm eleştirilerini bekliyorum.
Telif aldınız mı?
İlk kitap için beklemediğim bir oranda telif aldım.
Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?
Yaklaşık altı sene kadar mutfaktaydım, bundan sonrası için de dergilerde yer almayı istiyorum. Bavul, Masa, Varlık, Öykü Gazetesi, Kitap Eki, Altı Yedi, Lacivert ve Edebiyat Atölyesi gibi basılı dergilerin yanı sıra internette yayın yapan dergiler de okura ulaşmama vesile oldu. Bu anlamda Parşömen Sanal Fanzin benim için çok değerli. Bilinmez ve uzun soluklu bu serüvende pek çok öyküm, Parşömen aracılığı ile okura ulaştı. Bundan sonra da yol arkadaşlığına seve seve devam etmek isterim.
Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?
Ben bu uğraşı mesleğim olarak görüyorum. Zamanınızı, enerjinizi, emeğinizi ve umudunuzu yüklediğiniz şey mesleğinizdir. Ancak malum, bir işten para kazanmıyorsanız bu ciddiye alınmıyor. Özellikle de yazma eylemi pek çok kişi tarafından hobi olarak görülüyor.
Aynı zamanda bu ülkede kitabı olmayan birinin “yazar” titrine kavuşması çok zor. Ortada “yazar adayı” diye bir kavram var ve bence bu, işini ciddiyetle yapan yazı emekçileri için motivasyon kırıcı bir tanımlama. Yeni, acemi, iyi, kötü, usta gibi tanımlar yazarlık için kullanılabilir ancak adaylık konusu sahiden neye ve kime göre belirleniyor, hangi ispatlar kişiyi adaylıktan yazarlığa terfi ettiriyor sahiden anlamış değilim. Konu açılmışken küçük bir anımı aktarmak yerinde olacak sanırım.
2018 yılında Yaşar Kemal Vakfı ve Çankaya Belediyesi’nin düzenlediği seminerde Zülfü Livaneli’nin Gözüyle Kartal Avlayan Yazar Yaşar Kemal kitabı ile ilgili bir konuşmam olmuştu. Yaşar Kemal’in eşi, değerli büyüğüm Ayşe Semiha Baban ile seminer esnasında tanışmıştık. Sonrasında çalışmalarımı takip etti ve iletişimimiz başladı. 2020 yılında beni aradı ve vakfın düzenlediği “Umudu Tazeleyenler Yaşar Kemal’i Anlatıyor” adlı panele konuşmacı olarak davet etti. Moderatörlüğünü Burhan Sönmez’in yaptığı, konuşmacılar arasında Yavuz Ekinci, Barış İnce ve Ayşegül Tözeren’in olduğu bu panelde hangi titrle yer alacağımı düşünmüştüm. Bu kaygımı kendisiyle paylaşıp “Ben henüz yazar bile değilim, orada bulunmam doğru olur mu?” dediğimde bana kızmıştı. “Sen yazıyorsun, yazdıkların yayımlanıyor ve okur tarafından karşılık görüyor, elbette sen bir yazarsın. Gel ve yazma serüveninde Yaşar’ın yerini anlat,” demişti. Onun bu nazik davetini reddetmem söz konusu bile değildi. Şimdi düşündüğümde bu yaklaşımın benim için nasıl güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunu, panelin de harika bir deneyim olduğunu anımsıyorum. Özellikle Burhan Sönmez ve Yavuz Ekinci’nin samimi ve dostane yaklaşımını, kuliste ettiğimiz sohbet ve sonraki iletişimimizi sevgiyle anıyorum. Bütün bunlara rağmen yine de elime Kâğıt Kesiği’ni almadan “yazarım” demekten çekindim. Camiadaki bilindik mahalle baskısından ya da kendimi bir kitapla ispat etme dürtüsünden sıyrılamadım. Şimdi ortada elle tutulur bir kitap olduğuna göre sanırım artık kısa bir süre önce varlığımı umursamayan ya da “aday” tanımlaması ile ortadaki emeği itibarsızlaştıranlar belki yaptığım işi biraz daha ciddiye alır.
Peki, bundan sonra?
Okumaya, yazmaya, düşünmeye, umut etmeye ve mücadeleye devam… Kâğıt Kesiği raflarda yerini alana kadar bir kitap dosyasından fazla öyküm birikti. Ancak kafamda bir novella çalışması var. Sanırım bundan sonraki kitabım bir uzun öykü olacak.
İlk Göz Ağrısı Söyleşisi aracılığıyla düşüncelerimi aktarma olanağı tanıdığı için Parşömen Sanal Fanzin’e çok teşekkür ederim.
Samimi ve derin söyleşisi, yarattıkları için Hande Çiğdemoğlu’na ve bize ulaştıran Parşömen’e çok teşekkür ederim.