İşte dostlarım, bizim sanatımız budur; esasa varmak üzere meseleyi dallandırıp budaklandırmak.[1]
Raúl Ruiz

Kişinin beşeri varlığının üç ana yaşam bileşeni tarafından çatıldığı söylenir: Göstergeler âlemindeki gezinti, kültürel belirlenim ve karanlık boyutlara dönük ilgi. Çok önceden şerh düşülmüş gerçeklikler bunlar. Başka başka iklimlerde sayısız ifade biçimiyle karşılandılar. Kimi zaman saptanmış konumların derinleştirilmesiyle kimi zaman eşsiz tınıların yaratılışıyla. Biz geç modernlere ise o bileşenler hakkında türlü çözümlemelerde bulunmak; sorunu, nesneyi, olguyu didiklemek; söz konusu izlekleri, çağın ritmik değişimine uydurmaya çalışmak düştü elbet.
Kutsal kaynaklardan postmodernizmin verimlerine giden süreçte hep aynı hikâye… Kişinin dünyada belirişiyle sorunsal haline gelen aşkınlık fikrinin maddi koşullar içinde uğradığı başkalaşımdı bu. Tanrısal öz, zaman, görüngü… Bir de tüm bunların bilinçte ve duyu evrenimizde aldığı biçimler var. Esas tuhaflığın, derinliğin, mucizenin, çarpıklığın orada başladığına hükmederek ilerleyelim.
Bilgi ağacının meyveleri toprağa erdiğinde ağaç, kendiliğine en yakın konumdadır. Kök ve ürün arasındaki mesafe kapanır ve gövde bu mesafeyi kimlik olgusunun bir kipine dönüştürür. Oysa ne kök ne de ürün aynı şeydir. Bunların her biri farklı bağlamların evetleyenidir ve birbirlerini var etmek için, kendi imgelerini bambaşka koşullarda parlatacak denkliklere, kompozisyonlara ihtiyaç duyarlar. Aşağılara indikçe, yokluğa uzandıkça, bayağılaştıkça eşsiz bir değer kazanan yaşamsal nesnenin felsefî bir eğretilemesi değildir bu. Tam tersine bilindik bir gerçeği, yani her tür derinliğin bir tür sadeleşme deneyimiyle sonlanacağı fikrini onaylar. Kök ve ürün arasındaki yakınlık, aritmik bir hareket aracılığıyla tesis edilmiştir. “Hareket”, özneyi kimi güzel tehlikelerle karşı karşıya bırakan çatallanmadır aynı zamanda. O tehlikeler yaşamı var eder, içkin yoğunluklarla süsler, büyütür, geliştirir.
Demek ki kişinin varlığı ve uğraşı, bir tür deney içgüdüsünde temelleniyor. Aynı yollardan geçtiğimiz, aynı seslere kandığımız, aynı engellere takıldığımız ve aynı karanlıklara savrulduğumuz halde, yaşam solgun bir kayboluş eğrisi gibi uzanmıyor önümüzde. Nesne meşguliyeti, belli bir idealden, amaçtan bağımsız olarak, kendini merkeze oturtan, öz-deneyimi oluş’un temel bileşeni kılan, yani süreci ve pratiği (bir anlamda) tarihsellikten koparan bir deneyimsel görünüm haline geliyor. Birçok açıdan, gövdeyi, bütüncül olan şeyden ayırmak demek bu. Dünü (yani öğretiyi, temsili, arkaik yarayı) taşımaya yazgılı olmamak demek.

“Ayılıp da kim olduğumuzu öğrendiğimizde ne olur halimiz?” diye soruyordu Bataille: “Gevezeliklerden gelen ışık görünümünden nefret edebileceğimiz bir gece, gevezelikler arasında kaybolmuş oluruz.”[2] Bu uyarı, bir yol tecrübe etmek zorunda kaldığımız ayma/düşme/sıkışma hallerinin izdüşümüdür şüphesiz. Ayıldık, kim olduğumuzu öğrendik, sefaletimizle ve çaresizliğimizle yüzleştik, ya sonra! Çürümek de yaşamaktır diyen Beckett’e yakın durmak mı gerekir? Nihayet, gerilemenin de kendine has bir estetiğe ve onarıcı potansiyele sahip olduğuna inanmak mı?
Yanılgıyla, sevinçle, biyolojik gereksinimle, çoklaşma umarıyla sürdürülen şeyse yaşam, onda, başkaları için olanaklı, anlaşılır, kendimiz içinse tuhaf ve kavranılmaz kıldığımız melodik bir taraf da saklı durur aynı zamanda. Bilginin nimetlerinden faydalanma ve estetiğin ince katmanlarında doygun bir gezintiye çıkma imkânına erişemeden, o uzamda sessizce yerimizi alırız. Tecrübemiz, benleri ile idealleri arasındaki mesafeyi kapatamayanların kuracağı özdeşliklere ilham verir. Birileri kenara çekilmiştir, gözlemcilik vasfını yüklenmiştir, ötekilerin ışığı olmayı ve yanılsamaların tehlikelerine karşı bu ötekileri uyarmayı seçmiştir. O uyarılar ya da çözümlemeler, gerçekçi ve onarıcı bir dokunuşla birleşir kimi zaman. Kişiyi türlü yakınlıklara iter. Öyleyse ayma durumunu, yalnızca tekil deneyimde açımlanan bir serpilme biçimi değil, ben’i öteki zeminlere de çeken dolaylı bir bütünleşme olarak tanımlamak gerekir. Yaşam kuvvetlerini, karşılıklı olarak, daha az talepkâr, daha vakur hale getiren ya da daha saldırgan ve yıkıcı bir eylem biçimine iten sonsuz hareket…
***
Anlamın ne tür işaretlerle görünüşler dünyasında raksa çıktığını kavramak güç değil. İşaretin öznesinin algısında yaşanan değişimi de.
Kültür sahnesini inşa eden iki büyük kurucu aile olduğu söylendi: İlk taşı yerine koyanlar, bir de kazan ve taşı yontan, detayları araştıranlar.[3] İkinci kabilenin üyesi olduğumuz çok açık. O halde, bugünün öznesine düşün sorumluluğun, hakikatin imgesini ortaya çıkarmak ve “biçem” adı verilen araçları, bu hakikati çınlatacak bir zeminde kurmak olduğu belirtilmeli.
Daha ilginç olan sorunsal ise, bir yargının, bir veçhenin, bir yaşama formülünün ortaya konuşuyla, hangi olası seçeneklerin kaybolduğu/kaybolacağı. Kişiyi bugünlere getiren bilimsel/sanatsal gelişmeler, kültürün mirasçılarının yürüme hattını çiziyor elbet; ama özneyi baskın bir söylemin, bir alımlama biçiminin sınırları içine de tıkmış oluyor. O kültürel uzam, radikal bir estetik müdahaleyle aşındırılana/dönüştürülene dek.
Çok az bilinç, gerçek bir özenle bu kaybolmuşların izini sürmeyi başardı; çok az yürek kendi kusurlarının, saplantılarının, duygu çırpınmalarının biricikliğinden sıyrılıp o yitik renklere uzandı ve yenilginin olanaklarını araştırdı. Şunu biliyoruz ki düşünsel ilgi, burada sözünü ettiğimiz kategorileri, yani insanda ayıltıcı bir etkiyle geçerlik kazanan yaşam evrelerini içerebilirse bir karşılığa sahip olur. Sözü ve biçemi bayağılıktan kurtaran nitelik o yakınlıktır kuşkusuz. Hasıraltı edilmiş olay/nesne/durum/kişi bir düşünsel yönelimin işleyiş mantığını yansıttığından ilgili olaya, nesneye, duruma, kişiye yoğunlaşmak sonuçta bir tavır toplamıyla/bir yapıyla ilişki kurmaktır. Ve o ilişki kaybolmuşların da izini taşıyacaktır.
***
İnsan uğraşının/gayretinin “fırlatılmışlık” sonrası bir arayış, meşguliyet, istemli ya da istemsiz bir yönelim/yoğunlaşma olduğu belli. Çıkınını doldurdu özne. Biriken malzemeyi yonttu, gereksiz ayrıntılardan kurtardı. Kimi sonuçlara vardı bu şekilde. Duyumsadığını, gördüğünü, anladığını (sandığını) aktarmak istedi başkalarına.
Herhangi bir meseleye yoğunlaşmanın, ele alınan meseleyle ilgili bağıntıları yakalamada ve tesadüfî ayrıntıların zenginliğinden yararlanmada büyük katkısı var, demek. Yaratıcı edim için de geçerli bu. Sanatçı, düşünür en uygun ifade formuna erişene kadar kazımayı sürdürür. İçeriksizliği ve kendilik yoksunluğunu, şişirilmiş bir biçemle örtmeyi dener kimi. İçsel zayıflığı imleyen bir üslup dağınıklığı… Bazen de en doğrudan, en açık, en tutkulu ifade araçları tercih edilir. Duyulanın kudreti, retoriğin araçlarını işlevsizleştirir.
Gelgelelim, bu yönsemelerden birini, bir ötekine üstün tutmak yerine, onları, anlama/duyma/aktarma süreçlerindeki geçiş aşamaları olarak görmek daha doğru olacak. Yaratmak/kurmak/yapmak uğraşına hasredilen bir yaşam, bu aşamaları kat ediyor elbet. Sevinç, öfke, yetersizlik, doyum anları birbirini izliyor. Sonra yeniden, içeride bir şeylerin depreşmesi bekleniyor.
***
Aynı piktural çemberin etrafında sonsuza dek dönülür. Aynı zeminler ve yaşamalar, dipteki bir kırılmanın başlatacağı “fark” gözlenene kadar tavaf edilir. Maddede, ayrıksı olmayan şey, dikkatimizin çevrildiği yoğunluktur. Bu basit ve apaçık görünümlerin altında bir farklılık bulmayı umarız. Oysa döngüsel, çoklu tekrarda yaşanan kırılma, beklenmeyen bir âna, hesaplanamayan bir uzama aittir. Özne, değişimi çoğunlukla kontrol edemez. Onun bir parçası olarak bulur kendini.
Gene de belirli olguların, seslerin, coğrafyaların, izlerin peşinden gitmeyi bırakmayız. Saplantımız gerçeğimizdir. Ve bu saplantılı ruh durumuyla özgürleşme/arınma/kaçıp kurtulma içgüdümüz arasında tuhaf bir bağlantı vardır. Takıntı nesnesi bir hakikatin yansıması gibidir. Onda bir yoğunluk, rahatsız edici bir alaşım, bir kesinlik mevcuttur. Büyük zamana erişmek ve var olan tüm uyarıcılara karşı serbestleşmek için bu eşikler geçilmeli, tüketilmelidir. Yanlış arzu nesnesi bir şey söyler: Yetersizliğiyle ya da varoluşsal yenilgisiyle yüzleşmek durumunda kalan her bilinç, kendisi olabilmek için aşması gereken badirelere dair bir çeşit içsel sezgiden destek alabiliyor değildir: “Bu güçsüzlükten doğan birincil bütünlüğün özneyi “ben olmayanı” tanımaya zorlayarak parçalanması, çocuktan kopartılan narsisistik tümgüçlülüğün nesneye, yani çocuğun ilk ben idealine yansıtıldığı kritik andır. O andan başlayarak çocuk bu narsisistik tümgüçlülükten ömrü boyunca kapatmaya çalışacağı bir uçurumla ayrılmıştır; bu eğilim insanın eğitiminin ve çeşitli alanlardaki etkinliklerinin başlıca itici gücü haline gelir.”[4]

Verili olanla yetinememek… Duyumsanan gerçeklik ile ideal ben arasındaki farkı kapatmaya çalışmak… Yüceltilmiş nesneye tutunmak… Bu ontolojik paradoks insanı, yurtlanma yeteneğinden mahrum bıraktı. Onu, mütereddit bir iz sürücü, nevrotik bir yasa koyucu, bir huzursuz, hâkimiyet tutkunu haline getirdi. İroni, saldırganlık, öz-yıkım, nihilizm olgularıyla çevrelenen hakikat… Bedeni sayısız tehlikeyle yüz yüze bıraktığı halde, tüm geçiş süreçlerini bizzat hayatın kendisine dönüştüren ve insandaki yüksek nitelikleri mümkün kılan patolojik kıpırdanmalar değil midir aynı zamanda bunlar?
Hiçliği kutsadığımızda yahut varolanları olumsuzladığımızda bir tür kızgınlığı dillendirmiş ve kimi baskın kuvvetlere karşı içsel direncimizin sınırını çizmiş oluruz. Bu yönelim, olumlu yaşam imkânına yüz çevirmek anlamına geleceğinden, özneyi, soylu bir karşı-duruş haliyle bu tavrın nihayete erdiği andaki keder duygusu arasında sıkıştırır. Dünyanın alçaklığı, kirliliği, bayağılığı reddedilmiştir belki; fakat o reddetmeyle açılan boşluğu dolduracak herhangi bir şey yoktur. Anlam da anlamsızlık da, düşlem de itidal de, inanç da kararlılık da yoğunluğunu yitirir. Ta ki gövde-ben, epey derinlerde saklı duran bir cevherin yüzeye taşıyacağı zamansız kıvılcımları yakalayana kadar.
***
“Sabır,” diyordu Nietzsche; uzak-sularda, sevinçli bir belirmeye yatan taptaze biçimleri anımsatarak, düşüncenin kavgacı yanına türlü anıştırmalarda bulunup özneyi ayağa kaldırmaya çalışarak ve en çok da yüzyılların yılgınlığını, körlüğünü kişinin tek ümitli hali olan bir sıçrama/kendine varma tasavvuruyla bertaraf etmeye çalışarak.
Yoksa bu felsefî atılım fazla mı iyimserdi? Kabına sığmayan özne, içsel bir taşkının verdiği esrime yüzünden, hayatın örtülü (ve epey çirkin) gerçekliklerini/gerçekleşmelerini fark edemez hale mi düşmüştü? Diyelim ki öyle! İnanılan, savunulan, düşlenen her şey bir çarpıtma, yanılma, hakikatten kopma pratiğini doğruluyor. O tür bir deneyim bile, sonuçta, kayıp bir imin, bir eksikliğin, boşluğun telafisi olarak görülebilir. Dilin içinde oyuklar açılır, perspektifler değiştirilir, bakışın odağı bozulur; yurtlar terk edilir, sağlığın olanaklarından vazgeçilir, yer değiştirilir. Sonra ötekinde erimek, onunla kaynaşmak, bir olmakla, ötekinden kopmak, ayrılmak, onu reddetmek arasında uzanan güvenli ve ince aralıkta dolanır kişi.[5] Bir varış noktası yoktur aslında. Deneyimini, uğraşını namusu bellemiş, bu deneyim ve uğraşın olanaklarını büyütmeye yönelmiştir. Zayıf bir ilgiyle başlayıp türlü rastlaşmalarla, duygu uyarımlarıyla, demek ki yakınlaşma ve soğumalarla gelişmeyi sürdüren praksistir bu. Yüzyıllar boyunca derinleştirildi, öyle devam edecek belki.
Bir öznenin tek başına sorumlu tutulamayacağı, ama o tek özne olmadan da asla varlaşmayan ürkütücü bir yapıdan/işleyişten/yaşam düzeninden söz etmekteyiz. Onu dönüştürmek istiyor, onda yeni düzlemler kurmaya niyetleniyoruz; bunun kolayca gerçekleşmeyeceğini anlıyoruz zaman içinde. Demek ki sınırı ve kaideyi, yani bize biçilmiş olanı, mümkün mertebe zorlamak, iktidar perspektifi denen ortaklaşmanın dışına çıkmaya uğraşmak da bir seçenek. Tüm bir kültür tarihi, söz konusu farklılaşmaların, estetik arayışların izlerini taşıyor. Söz konusu mirası yeni gerçekliklere uyarlamaktan, yapıya, özsel bir müdahalede bulunmaktan fazlası gelmiyor elimizden. Bu küçümen edim ise bizzat hayatın kendisini; ondaki görkemi, derinliği, vazgeçilmez yanı oluşturuyor. Uğraşımızın, ben’imizi var ettiğini kavrıyoruz böylece.
Taner Gülen
[1] Aktaran: Alejandro Zambra, Okumamak, Çev: Çiğdem Öztürk, Notos Kitap, 2022, s. 192.
[2] Aktaran: Michel Foucault, Sonsuza Giden Dil, Çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 2014, s. 62.
[3] A.g.e., s. 215.
[4] J. Chasseguet-Smirgel, Ben İdeali, Çev: Nesrin Tura, Metis Yayınları, 2018, s. 20.
[5] Erdoğan Özmen, Birikim Haftalık, 8 Haziran 2022.