Ulus olmanın en basit tarifiyle ortak bir dil, tarih ve kültür algısı olduğunu biliriz. Ulusların ezelden beri var olmayan, modern dönemde inşa edilen toplumsal birimler olduğunu da. Aslında son birkaç yüzyıl boyunca pek de ortaklık zemini bulunmayan farklı gruplar (iyi ihtimalle ve nadiren) aynı sofraya oturarak ve dahi sofraya bir tabak da kendi dilinden, tarihinden, kültüründen koyarak bir ulus çatısı altında bir araya gelmiş ya da (kötü ihtimalle ve çoğunlukla) pek de ferah olmayan ortak paydalara metrobüs misali balık istifi sıkıştırılarak zorla uluslaştırılmıştır.
İlgili literatüre Wikipedia düzeyinde bile hakim olmadığım için bilmiyorum ama sanırım uluslaşma sürecinin tersi de, yani bu derme çatma ortak paydanın üzerindeki ağırlığa dayanamayıp çatırdaması olgusu da muhakkak çoktan kavramsallaştırılmıştır bile. Bu minvalde “ulusal dezentegrasyon” ya da “ulus-söküm” gibi havalısından tabirlerin ortaya atıldığını, bu kavramları ilk öneren akademisyenlerin aldığı bol keseden atıflarla kira geliriyle yaşayan emekliler gibi gününü gün ettiğini de ilaveten tahmin ediyorum.
Türkiye’de uzun bir süredir bu “dezentegrasyon”un yaşandığını alenen gözlemlemek mümkün. Zaten resmen azınlık statüsündeki gayrimüslimleri ve siyasal nitelik kazanmış kolektif kimlikleriyle Kürtleri ayrı tuttuğumuzda bile, geride kalan öz be öz “Türk toplumu”nun bile “kaynaşmış bir kitle” niteliğini ne derece koruduğu şüpheli gibi görünüyor. İki büyük siyasal kütle “selamın aleyküm” ile “merhaba” arasında, dil devrimi ile “Bir gecede cahil kaldık” arasında, nihayet de’leri ayırmak ve ayırmamak hususunda çoktan ayrışmış durumda. Ortak bir tarih anlatısı zaten hak getire: Abdülhamit’in “baykuş” mu yoksa “cennetmekan ulu hakan” mı olduğu tartışmasından tutun da Lozan’ı kurucu bir zafer olarak görmekle “zincirlerinden kurtulabilmek için yüzüncü yılı beklenen bir hezimet” addetmek arasındaki ayrışmaya varıncaya kadar akla kara derecesindeki farklı tarih okumalarının pek de ortak bir algıya işaret etmediği açık.
Geriye bir tek kültür kalıyor gibi görünüyor. Bu konuda da diğer her şeyi bir kenara bırakıp sadece “dans” mefhumunu ele almak yetecek sanki. Türklerin bir “ulusal dansı” var mı diye sorarsak yekten bir yanıt vermek zor. Kaşık havasından horona, zeybekten halaya çeşit çeşit yöresel halk danslarıyla dolu bir coğrafya Türkiye, üstelik bu çeşitliliğin “zip”lenmesindeki teknik zorluk ve ulus kimliğe yönelik tehdit oluşturma potansiyelinin düşüklüğü gibi nedenlerle bir “zenginlik” olarak kalmayı başardığı açık. Öte yandan yöresel şivelerin “Akasya Durağı sevimliliği”ne sıkışıp örgün eğitim yoluyla yavaşça sönümlenmesi ve yerini tek tip İstanbul ağzına bırakmasına benzer sürecin bir benzerinin halk dansı konusunda da işlediği söylenebilir. İşleyişleri çok daha farklı olsa da, şivelerin “İstanbullulaşması”na benzer şekilde dansların da “Ankaralaştığı” iddia edilebilir örneğin. Ülke çapındaki düğünlerde Ankara havasının bir ortak paydaya dönüşmesi, her sene yeni bir Ankara oyun havasının yeniden keşfedilmesi buna işaret olsa gerek.
Gelgelelim Ankara gibi “nötr” bir yörenin dansındaki bu makbul ortaklaşmaya alternatif bir başka dinamik daha var ki o cephede sular pek durulacak gibi değil. Modern, Batılı dansı kast ediyorum. Yarılmanın örnekleri çok: Markar Esayan’ın Tunç Soyer’in dans performansını “200 yıllık acul batıcılaşma hikayemizin bütün paçozluğunu özetleyen bir sahne” olarak yorumlaması da, Ali Babacan’ın 29 Ekim kutlamasındaki vals gösterisinde “dindar vatandaşlara gönderme” tespit etmesi de aynı noktaya işaret ediyordu. Muhafazakar cenah için zaten tehlikeli bir dünyevilik, hatta cinsellik ihtiva eden dans tıpkı yöresel şiveler gibi “sevimli bir kusur” olarak kalmalı, tıpkı toplum gibi o da belirli bir çizgiyi asla aşmamalıydı.

Bugünlerde ardı arkasına konserler, festivaller yasaklanır, bilhassa kadın sanatçılar adı konmamış bir kara liste uygulamasına tabi tutulurken parodi niteliğinde bir dans performansı gündemimizde parlayıp söndü: İBB Doğaçlama Dans Festivali’nde gerçekleşen ve bakışlarından anladığımız kadarıyla muhtemelen icracısı dahil kimsenin pek de anlam veremediği o dans bize bu bağlamda tuhaf bir mesaj veriyordu sanki. Tam da büyük bir siyasal dönüşümün beklendiği seçimlere bir yıldan az bir süre kala, toplumun değişim beklentisini pek de yüksek tutmaması gerektiği, fazla özgürlükten maraz doğacağı, mevcut düzenin değişimini istemekte sınır tanımazca “doğaçlamanın” komik olacağı yönünde bir gösteri. Ölüyü gösterip sıtmaya razı eden, “Ankara havasını bulduğunuza şükredin” diyen bir “false flag” operasyonuydu o dans adeta.
Oysa çoktan çürüyüp çatlamış bir zemine geri çekilmektense, toplumun yeni ortak paydalar aramaya hakkı var. Bu arayışta doğaçlamaya da, doğaçlarken saçmalamaya da. Aynı şeyi iki kez deneyip farklı sonuç bekleyecek kadar aptal olacağımıza, paçoz olmayı göze almak daha iyi değil mi?
Hakan Sipahioğlu