Semih Gümüş ile dünden bugüne yayıncılıktaki deneyimlerini ve kurgu yazarlığını konuştuk.

Çağdaş Küçük

Semih Gümüş

En başa dönelim. Şiir, öykü ya da roman yazmaktan ziyade eleştiri kaleme alma fikri hangi dürtüyle oluştu?

Bu bana çok sorulmuştur. Roman, öykü ya da şiir gibi çekici türler varken niçin edebiyatın arka sokaklarına girmeye karar verdin? Tamamıyla kişiliğime, huyuma suyuma uygun olduğu için. Daha da doğrusu, düşünme biçimime tam uygun olduğu için. Oldukça sert bir politik hayat içinde düşünce her şeyden önce geliyordu.

Yıllar sonra okurlarınızın karşısına bu defa bir roman yazarı olarak çıktınız. Kurmaca bir metin yazmakla onun eleştirisini yazmak arasında nasıl bir farklılık var?

Eleştiri yazıları yazmak da beni mutlu ediyordu. Aldığım haz bakımından benim için eleştiri ya da deneme yazmakla roman yazmak arasında bir fark yoktu. Neden sonra roman yazmamın nedenleri, hem anlatmak istediğim yaşantıların oluşu hem de romanın anlatım sorunlarına kendimce doğru ve yaratıcı çözümler getirme tutkumun dışavurmaya başlaması diyebilirim.

Bir roman yazma fikri en başından beri var mıydı yoksa yıllar içinde mi bu fikir oluştu?

Hayır, ilk yıllarda böyle bir düşüncem yoktu. Bende roman yazma düşüncesi, kurmaca içinde karşımıza çıkan sorunlara doğru çözümler getirme dürtüsüyle bu sorunlar üstüne düşünülmeyen bir yerde yaşadığımızı görmekten geldi.

İlk eseriniz Roman Kitabı’nı Fethi Naci 19 Aralık 1991 tarihli “Eleştiri Günlüğü”ndeki yazısında “Hoş Geldin Semih Gümüş” başlığı ile karşılamıştı. O yazıyı okuduğunuzda neler hissettiniz? Fethi Naci sizin için ne anlam ifade ediyor?

O yazıyı yazdığı zaman Fethi Naci ile hiç karşılaşmamıştım. Ama önceden bütün yazdıklarını okumuştum. Son otuz yıl içinde yazarlarla hiçbir zaman çok bir arada bulunmadım. O yazıyı gördüğüm zaman Adam Yayınları’nda çalışıyordum ve elbette çok sevindim. Sonraki yıllarda da Fethi Naci ile çok yakınlığımız oldu, adeta bir ağbi-kardeş gibi. Onunla birlikte olmak eğlenceliydi, neşeli ve konuşkandı, gördüğüm en açık sözlü insandı –ki ben kapalıyımdır–, çok dürüsttü ve kendi anlayışı içinde sosyalizme bağlıydı.

Edebiyatımızın dünya edebiyatıyla olan mesafesini kapatması nasıl mümkün olabilir? Bizi heyecanlandıracak, üst üste başyapıtlar verecek, Nobel alacak yeni bir yazar mı bekliyoruz?

Bence aradaki fark kapanmak yerine gitgide açılıyor. Gitgide zayıflayan bir edebiyatımız var ve aradaki o mesafenin kapanması olanaksız. Bence bunun en önemli nedeni merak eksikliği. Beni heyecanlandıran romanlar ya da öykü kitapları olmuyor mu, oluyor ama çok az. Uzun zamandan beri dünyadan kimi yazarların kitaplarını –benim başucu kitaplarımı– yeniden ve yeniden okuyarak yaşıyorum.

1981 yılında genel yayın yönetmenliği koltuğuna oturduğunuz Yarın dergisinden bugüne edebiyatımıza tanıklık etmiş biri olarak sizi heyecanlandıran ve yazın dünyamız adına umutlandıran olaylar hangileri oldu, bize bunları sayabilir misiniz?

Sırayla anabilir miyim:

Yarın’ın genel yayın yönetmeni olduğum 1981-1985 yıllarındaki edebiyat ortamı, bizim yazar ve şair kuşağımız ve bizden bir önceki kuşakla arkadaşlık, yoldaşlık ilişkilerimiz. Bugün öyle bir edebiyat ortamı da, edebiyat anlayışı ve duygusu da yok.

Vüs’at O. Bener ile Ferit Edgü’nün bütün yazdıkları.

Oktay Rifat, Behçet Necatigil, Turgut Uyar, Ece Ayhan’ın şiirleri.

Salâh Birsel ile Enis Batur’un denemeleri.

İçinde on beş yıl editör ve Adam Öykü dergisinin yayın yönetmeni olarak çalıştığım Adam Yayınları.

Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülmesi.

On altı yıldan beri yayımladığımız Notos dergimiz.

Nitelik bakımından edebiyat dünyamızdaki durağanlığın sebebi olarak eleştirinin olmaması da gösteriliyor. Eleştirinin yazın dünyasındaki rolü böylesine büyük müdür?

Eleştirinin edebiyat dünyasındaki anlamı elbette büyüktür. Ama eleştirinin toplumsal hayat içindeki yeri de çok büyük. Eleştiri olmadan olmaz. Bizim edebiyat dünyamızda eleştiri hiçbir zaman öteki türlerin zenginliğine ulaşamadı. Ulaşamazdı da. Bunun nesnel nedenleri var. 2000’lerden sonraysa yazarların, yayıncıların, okurların nitelikli eleştiri talebi artık kalmadı. Bugünün edebiyat ortamı piyasaya, popüler olana, sosyal medyaya bağlanmış durumda. Nitelikli edebiyat kendi adasına çekildi.

Seçme şansınız olsaydı hangi yılların edebiyat ortamında yazar ya da eleştirmen olarak bulunmak isterdiniz?

İlk yıllarına tanık olup sonraki yıllarda içinde yaşadığım, 1960’ların sonlarından 1990’ların ilk yarısına kadar süren dönem içinde, o yılların yazarları ve şairleriyle yaşamaktan hoşnutum, kendimi şanslı sayıyorum.

Biraz geçmişe gidelim… Adam Yayınları’ndan çıktınız, Nevizade’de bir mekâna oturdunuz. Masadaki boş sandalyelerde kimlerin olmasını isterdiniz?

Vüs’at O. Bener, Fethi Naci, Cevat Çapan, Şavkar Altınel, Ahmet Erhan. Harika olurdu.

Peki, o masadan kalkıp buluşmaya gideceğiniz öykü ya da roman kahramanı kim olurdu?

Anna Karenina’yı seviyorum ama ona ulaşmak zor olurdu. O zaman David Constantine’in “Gerekli Güç” öyküsünün kadın karakteri Judith ile İskoçya’nın kırlarında dolaşmak, Ralf Rothmann’ın “Getsemani” öyküsünün kadın karakteri Marie ile buruk bir aşk yaşamak, Per Petterson’un At Çalmaya Gidiyoruz romanının erkek karakteri Trond ile kuzey ormanlarında dolaşarak sohbet etmek isterim. Gerçi onların hikâyelerini pek çok kere okuduğum için bu dediklerimi zaman zaman yaşadığımı söyleyebilirim.

Son olarak size Türkçede yazılmış en büyük on romanı sorsam?

Böyle yanıtlar vermek sakıncalı sayılıyor ama sonunda kişisel seçimlerimiz değil mi (zamanla değişebilir elbette): Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul; Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamid Düşerken; Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur; Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli; Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti; Vüs’at O. Bener, Buzul Çağının Virüsü; Adalet Ağaoğlu, Hayır…; Oğuz Atay, Tutunamayanlar; Ferit Edgü, Hakkâri’de Bir Mevsim; Orhan Pamuk, Kara Kitap; Murathan Mungan, Şairin Romanı, Latife Tekin, Ormanda Ölüm Yokmuş, İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası.