Jack McDevitt, ABD’li bilimkurgu yazarı (1935). İlk öyküsü “The Emerson Effect” (Emerson Etkisi) 1981’de “The Twilight Zone Magazine”de yayımlandı. Nebula, Robert A. Heinlein ve John W. Campbell Memorial gibi ödüller kazandı. “Subterranean” dergisinin Kasım 2005 tarihli 2. sayısında yayımlanan bu öyküsü (“Henry James, This One’s for You”) 2006 Nebula Ödülleri’nde En İyi Kısa Öykü dalında finale kaldı.

Jack McDevitt

Her hafta gelen birkaç yüz manüskri, kimsenin adını duymadığı insanların hatıratları, hava durumu raporlarıyla başlayan ve ilk iki sayfasında otuz karakter tanıtan romanlar, birinin büyükannesinden kalmış okunamayan devasa şiir koleksiyonları gibi o da biz istemeden geldi.

Bunların hepsi, onlara bakıp standart ret mektubumuzu ekleyerek geri gönderen eleyiciler için bir yığına gider.

Aslında sadece bir eleyici var. Adı Myra Crispee. Bir yeşil, bir mavi gözü var; bir de bu manüskri yığınını aşma becerisi. Rasgele ihtimallerden birini seçer ve geri kalanından kurtulur. Her gün. İşimi seviyorum, diyor. Nedenini sorduğumda, ona iyi para verdiğim için olduğunu söylüyor.

Tempus Yayıncılık büyük bir firma değil, ama biz memnunuz. Uzmanlaşmıyoruz. Tempus para kazandıracak gibi görünen her şeyi yayımlayacaktır. Ama gördüğümüz manüskrilerin çoğu Random House, HarperCollins ve diğer büyük şirketleri çoktan dolaşmıştır. Bazıları bir yazar ajanından gelir, ama bu durum onlara davranışımızı etkilemez. Yazarı tanımıyorsak, hepsi yığına gider.

Bazen şanslıyızdır. Geçen yıl son derece başarılı birkaç kişisel gelişim kitabı yayımladık, bir de Nuh’un gemisi hakkında beklenmedik çoksatar olan bir roman.

Her neyse, dosya geldiği gün hava soğuk ve yağışlıydı. Isıtma sistemi yine bozulmuştu, bu yüzden bir hırkaya sarınmıştım. Büroyu yeni açmış, kahve makinasını çalıştırmıştım ki Myra, elinde şemsiye ve bir manüskriyle içeri girdi. Olağandışıydı bu. Genelde bu şeyleri eve götürmez. “Hey Jerry,” dedi, “galiba bir kazananımız var.”

“Gerçekten mi?”

Gözleri parlıyordu. “Evet. Gece yarısına kadar onunla beraberdim.” Masasına koştu, benim ikinci bir manüskri sandığım ama gönderinin geri kalanı olduğu ortaya çıkan şeyin önüne oturdu.

“Tanrım,” dedim, “bin sayfa gibi görünüyor.”

Dosyanın sonuna baktı. “Bin iki yüz on iki. Sadece birkaç bölüm okudum, ama gerisi de gördüğüm gibiyse–.”

“İyi diyorsun yani?”

“Elimden bırakamadım.” Sihirli sözler. Kolayca vazgeçilemeyen bir şeyi çok az görmüşüzdür. Sayfaları karıştırdı. “İnanılmaz,” dedi. “Kim bu adam?”

“Ne bu?” diye sordum.

“Adam Uzun Savaş diyor. Ortadoğu’daki savaşla ilgili.”

“Hangisi?”

“Kaç tanesinde varız? Bu sabah haberleri görmedim.”

“Yapıldı,” dedim.

“Böylesi yok patron.” Hâlâ sayfaları çeviriyordu.

“Kim yazmış?”

“Patterson diye biri.” Başını salladı. “Edward Patterson. Hiç duydun mu?”

Benim için yabancıydı. “Kapak mektubunda ne diyor?”

Bulmak için bir dakikaya ihtiyacı vardı. “‘Roman ektedir.’”

“Bu kadar mı?”

“Bu kadar.”

Myra’nın yayımlanabilecek potansiyeldeki manüskrileri depolayabileceği bir eleme kutumuz vardı. Ondan vazgeçmiştik, çünkü Myra içine nadiren bir şey koyuyordu. Bu yüzden manüskriyi getirip bir sehpanın üstüne bıraktı. Sonra masasına döndü, yığından bir sonraki gönderiyi aldı, sayfaları çevirmeye başladı. Ama aslında beni beklediğini biliyordum. Uzun Savaş’ı almamı istiyordu. “Eve gitmeden önce bakarım,” dedim.

Sayfaları çevirmeye devam etti, içini çekti ve klavyesine dokundu. Yazıcı yeni bir ret mektubu çıkardı. “Tamam,” dedi Myra.

Adam Trent’in ilham verici bir kitabı olan Yolu Temizlemek üzerinde çalışıyordum. Dindar ve güven vericiydi, inançsızların inançlarını nasıl elde ettiklerini gösteren anekdotlarla doluydu. Trent’in öbür kitaplarının nasıl sattığına inanamazsınız. Penguen ona sahip olmayı çok isterdi.

Trent’in dosyasına devam ettim, Patterson’ın destanına bakma arzusunun baştan çıkarıcılığına direniyordum. Gerçekten bir destana benziyordu manüskri. Masanın on beş santim üzerindeki bir kahve lekesini gizliyordu. Bu da ona resmiyet kazandırıyordu.

Şimdi, benim sadece kitabın kaç satabileceğini önemseyen şu editörlerden biri olduğumu düşünmeyin, size şunu söyleyeyim, satış rakamları önemli olsa da, benim hırsım her zaman yeni bir yazar keşfetmek olmuştur. Pekâlâ, tamam, bütün editörler böyle hisseder. Ama bunun nedeni cömert ve merhametli olmamız. Bu yüzden, Myra kalkıp tuvalete gittiğinde dosyaya bir göz attım.

Patterson, New Hampshire’da yaşıyordu.

Kapak sayfasını kaldırıp başlangıç satırlarına göz gezdirdim. O gece dosyayı, bin iki yüz sayfanın tamamını, asansörle indirdim, eve götürdüm.

Dosyayı trende okudum. Milo’nun Yeri’nde akşam yemeğinde okudum. Akşama kadar okudum ve yatağa götürdüm. 2001 yazında, genç üniversite öğrencisi kahramanla beraber Kara Kuvvetleri’nin asker alma dairesine gittim, o Yedekler’e katılırken ben tırsıp saklandım. BM müfettişleri Iraklı “eskort”larla kovalamaca oynarken ben de onlarla yol alıyordum, şüpheli tesislerde ev sahiplerine sürpriz yapmaya çalışıyordum. Başkan yardımcıları Saddam’a saldırı çağrısında bulunurken, BM’nin ve seçmenlerin yutacağını umdukları argümanları oluştururken, ben de başkanın kurul toplantılarındaydım.

Gece benden uzaklaştı, sonunda şafağın ilk ışıkları perdelere vururken gözlerimi kapadım. Birkaç saat sonra Myra’nın telesekreterini aradım, geç kalacağımı bildirdim. Saat dokuzda hiç gelmeyeceğimi söylemek için tekrar aradım.

Sadece yeni bir savaş romanı değildi. O sarsıcı niteliğe sahipti, evet. Ama çok daha fazlasıydı. Savaşa sahip çıkıyordu. Okur, olayın nasıl olduğunu romanın karakterlerinin gözünden görüyor, çatışmanın kaçınılmazlığını kavrıyordu. Felluce’de konvoylara eşlik etmenin ya da ev ev dolaşmanın ne demek olduğunu anlıyordu. Ölmekten korkmayan bir düşmanla savaşmanın nasıl bir şey olduğunu deneyimliyordu. Öldürmeyi Allah’ın emri olarak gören bir düşmanla.

Bir grup isyancıyla vakit geçirdim ve onları neyin harekete geçirdiğini anladım. Parçalanmış masumlar getirildiğinde bir Irak hastanesinin yanık koğuşlarında sedyeler taşıdım. Ve nihayet acı haberler geldiğinde Ohio’daki annelerin yanındaydım.

Dosyada perspektif, tutku, korku, yetki sahibi ve açıkça hasarlı erkek ve kadınların işleri doğru yapma kararlılığı, kurtarılanların gül atmayı reddetmesiyle artan hayal kırıklığı vardı.

Altı gün boyunca onunla birlikte kapana kısıldım. Son mermiler ateşlenene ve serpinti siyasi zararlarını göstermeye başlayana kadar dış dünya tamamen durdu.

Günümüze uygun bir Savaş ve Barış’tı.

Ne yazsa birkaç bin satabilecek yeni bir profesyonel yazar bulmaktan daha iyisini yapmıştım. Yeni bir Herman Wouk bulmuştum.

Yağmurlu ve soğuk bir akşamın geç saatlerinde kitabı bitirdim ve Edward Patterson’ı düşünerek Boston şehir merkezindeki dairemin penceresinden dışarı bakarak oturdum. O gece sadece ben ve Myra onun kim olduğunu biliyorduk. Bir yıl içinde bütün dünya öğrenecekti.

Beyaz Dağlar’ın eteğinde, Laconia’da yaşıyordu.

Saat onu çeyrek geçiyordu. Aramak için biraz geç. Öte yandan, saptayabildiğim kadarıyla, hiçbir şey yayımlamamış bir adamdı bu. Silahlar ve Cephane’den ilk satışımı duyuran kartpostal geldiğindeki tepkimi hatırladım.

Myra, ne yapacağımı tahmin ederek, istihbarattan Patterson’ın numarasını almış, başlığın üzerine düzgünce yazdırmıştı. Kendime bir viski soda hazırlayıp telefona uzandım.

“Harika,” dedi. “Bay Becker, bu harika. Gerçekten yayımlayacak mısınız?” Sesi beklediğimden genç çıkıyordu.

“Evet, Bay Patterson. Ed. Size Ed desem sorun olur mu?”

“Tabii. Evet. Kesinlikle. Bir saniye bekleyebilir misiniz?”

“Peki.”

Telefonu kapatmıştı herhalde. Ama neler olduğunu biliyordum. Müjdeli haberi karısına veriyordu. Ya da kız arkadaşına. Ya da her kimse ona.

“Geri döndüm,” dedi.

“İyi.”

“Bay Becker, bunun benim için ne anlama geldiğini bilemezsiniz.”

“Tahmin edebiliyorum,” dedim. “Ed, yarın Boston’a gelme şansınız var mı?”

Boğazının derinliklerinden bir ses çıkardı. “Ben öğretmenim,” dedi. “Lisede.”

“Tamam. Cumartesiye ne dersin?” Ofisi genellikle cumartesi açmayız ama bu durumda bir istisna yapmaya hazırdım.

“Bunu yapabilirim,” dedi.

“Güzel. Sözleşmeyi hazırlayacağım ve öğle yemeğine giderek kutlayacağız.” Gerçek şu ki, sözleşmeyi Uzun Savaş’ın ne kadar iyi olduğunu öğrenmeden önce imzalayıp vermesini istiyordum. Neye sahip olduğunu anlarsa, bir ajanla uğraşmak zorunda kalırdım. Ya da muhtemelen MacMillan ile bir ihale savaşına yakalanırdım.

Yirmi beş yaşında falandı. Uzun boylu, gülümsemesi gergin. Açık kahverengi saçlar şimdiden seyrelmeye başlamış. Renksiz yanaklar, soluk ten, çift odaklı gözlüğün arkasında sulu gri gözler. Yıpranmış bir ceket giymişti ve omzunda dikişli bir çantada bir dizüstü bilgisayar taşıyordu. Hemingway’e pek benzemiyordu.

Sözleşmenin sayfalarını ince uzun parmaklarla çevirdi, hoşlandığını ama o kadar incelemediğini düşündüm. Avansa gelince durdu. “Yirmi bin dolar mı?” diye sordu.

Kitabı sevdiğim için daha yükseğe çıkmak niyetinde olduğumu söylemek üzereydim. Daha yüksek olmasını beklerdim. Ama her zaman en iyisi muhafazakâr bir meblağla başlamaktır. Her zaman yukarı çıkabilirsiniz.

“Çok gibi görünüyor,” diye ekledi.

“Eh,” dedim şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak, “Tempus cömert olmaya inanır.” Gerçekten önemli değildi. Kitap bir ton satacaktı, bu yüzden risk yoktu.

“Kesinlikle çok naziksiniz.” Tekrar gülümsedi. Okul bahçesinde öteki çocukların sataştığı türden bir elemana benziyordu. Uzun Savaş’ı çıkaracak türden sağlam bir düzyazıya gücü yeteceğine de asla inanamazdım.

Nereye imza atacağını gösterdim, ne beklediğimizi açıkladım, kitabı tanıtmak için biyografisini ve resimlerini kullanabileceğimizi, bir iki programa konuk olarak katılmasını isteyebileceğimizi söyledim. Bütün televizyon ve film hakları için imza attığından, yabancı satışlardan Tempus’a sağlıklı bir pay verdiğinden, ayrıca kitap kulübü haklarının yüzde yetmiş beşini alacağımızdan bahsetmedim. Bir de opsiyon maddesi vardı tabii. “Ed,” dedim, “normalde bir sonraki romanında ilk ret hakkını elimizde tutmak isteriz.”

“Ama–?” dedi, aniden endişeli görünerek.

“Sana karşı açık olmak istiyorum Ed. Bir devam kitabı olacak mı?”

“Devam mı?” Gözleri bulutlandı. “Başka bir kitap olacak.”

“Tamam. Yeterince iyi. Tempus bu seçenekten vazgeçmeye hazır. Onun yerine seninle üç kitaplık bir anlaşma imzalamak istiyoruz. Uzun Savaş’tan ayrı.”

Gözleri kapandı, hayatımda gördüğüm en güzel gülümsemeye bakıyordum. Cennet gelmişti.

“Üçü için yetmiş beş bin dolar avans teklif ediyoruz.”

Bardağı bırakıp bana baktı. “Ne diyeceğimi bilmiyorum.”

“Hiçbir şey söyleme,” dedim. “Sadece imzala.” Nereyi imzalayacağını gösterdim.

Ne düşündüğünüzü biliyorum. Ama biz yazarlarımızdan yararlanmaya çalışmıyoruz. Ed Patterson’a büyük bir hizmet sağlıyorduk biz. Yeni bir kariyere başlaması, öğretmenlik mesleğinden kopması, bir ömürlük hayalini gerçekleştirmesi için bir şans veriyorduk ona. Bir süre bu işin içinde olduğunuzda, birini roman yazmaya yönlendirmenin ömür boyu sürecek bir hayal gerektirdiğini keşfedersiniz. Özellikle de büyük bir roman yazmaya.

Sözleşmeyi imzaladı. Toplam dört kitap. Üç kopya sözleşme. Kopyaların birini bir manila zarfına koyup ona verdim. “Senin kopyan,” dedim.

Yüzü ışıldıyordu.

“Şimdi gidip kutlayalım.”

Caddenin karşısında Marco’nun Yeri’ne gittik. Şehir Parkı’nın hemen dışında sessiz bir İtalyan restoranı. Öğle yemeği için hâlâ biraz erken olduğundan ortada pek kimse yoktu. Bir sürahi kırmızı şarap sipariş ettik, iki bardağı da doldurdum. “Sana, Ed,” dedim. “Ve Uzun Savaş’a.”

Bir mil genişliğinde sırıttı. “Teşekkürler, Jerry.” Şarabı yudumladı, yüzünü ekşitti ve yere bıraktı. “Sertmiş,” dedi.

Ben kendiminkini bitirip bardağı tekrar doldurdum. “Sana söylemem lazım Ed, Uzun Savaş bayağı iyi. Ne zamandır üstünde çalışıyorsun? Dört yıl mı? Beş mi?”

“Galiba on ya da on bir denebilir. Öyle bir şey.”

On yıl mı? Bunu şeyden beri mi yazıyorsun yani, on beş yaşından beri? Doğru mu anladım?”

“Ah, hayır Jerry. Romanı yazan ben değilim. Max yazdı.”

“Max mi? Max de kim?”

“Ah,” dedi. “İşte asıl başarı bu. Bu benim sürprizim.”

İkinci bardağı bir yudumda bitirdim. “Sürpriz olacağını söylememiştin.”

Garson geldi. Siparişlerimizi verdik. Adam gidince kaldığımız yerden devam ettik. “Ne sürprizi?” diye sorguladım. “Kitabı kim yazdı? Sen onun ajanı mısın?”

“Ya, bak Jerry, herkes oturup bir roman yazabilir. Tek yapman gereken onunla kalmaya gönüllü olmak, ne kadar diyelim, bir yıl mesela? Ya da beş, sanırım. Dizini kırıp otur ve her gün yazmaya gönüllü ol. Tek gereken bu.”

“Bana ne anlatmaya çalışıyorsun Ed? Max kim?”

Laptopu yanındaki koltuğa bırakmıştı. Şimdi masaya koyup açtı. Işıklar yanıp söndü ve ekran kobalt mavisi parladı. “Bu Max,” dedi Ed.

Önce bilgisayara sonra Ed’e baktım. Herhangi bir HP modeliydi. Myra’da da buna benzer bir tane vardı. Siyah kasa, kapakta logo basılmış. “Kitabı Max’in yazdığını söylemiştin.”

“O yazdı.”

“Max bir bilgisayar.”

“Aslında o bir yapay zekâ, Jerry.” Öne eğildi, nefes nefeseydi. “Hem de gerçek bir tane.”

“Kitabı bilgisayar yazdı.”

“O bir YZ.” Sanki alkışlamamı bekliyormuş gibi baktı bana. Ben alkışlamayınca yüzü bulutlandı.

“Ona ne dediğin umurumda değil,” dedim, “Uzun Savaş’ı hiçbir makine yazmış olamaz.”

Büyük sırıtış geri geldi. “Ama o yazdı.”

“İnanmıyorum.”

“Birkaç yıl önce hiçbir bilgisayarın bir satranç ustasıyla rekabet edemeyeceğini söylüyorlardı. Son zamanlarda kimin dünya şampiyonu olduğunu görmek için baktın mı?”

Birbirimize bakarak oturduk. Kapı açıldı ve insanlar içeri girdi. Küçük bir çocuğu olan bir aile. Çocuğun iple çekilen bir oyuncağı vardı.

“Dört gün sürdü,” dedi.

“Ne dört gün sürdü?”

“Romanı yazmak.”

Kemiklerime bir ürperti yerleşti. Şaraptan biraz daha içtim. İki tabak göründü. Patterson için pizza. Benim için spagetti ve köfte. Ama iştahım kaçmıştı. “Dört gün,” dedim.

“Evet. Şey, belki biraz daha fazla. Ama çok fazla değil.” Derin bir nefes aldı ve tevazuyla gülümsedi. “Ona ne tür bir kitap istediğimi söylemem neredeyse o kadar sürdü.”

“Bu mümkün değil.”

“Yine de buna çıktı alma süresi dahil değil.”

“Üç roman daha yapmak için imza attın.”

“Evet.”

“Dünya standartlarında şeyler bekliyordum.”

“İyi olacaklar. Max yıllardır yapım aşamasındaydı, büyük kitapları analiz etmek için uzun zaman harcadı.”

“Ne kadar sürer?” diye sordum.

“Ne ne kadar sürer?” Pizzasını çiğniyordu, belli ki eğleniyordu. Ama neden mutsuz olduğumu anlayamamış gibiydi.

“Öbür romanları teslim etmek ne kadar sürer?”

“Muhtemelen iki hafta. Çıkışlar biraz vakit alıyor.”

Uzun Savaş gibi yeni bir roman için iki hafta mı?”

“Üçü için iki hafta. Ama benzer kalitede olsalar da Uzun Savaş gibi olmayacaklar.” Sandalyesini geri itti ve iyimser görünmeye çalıştı. “Bir sonraki kitaba karar verdik bile. Dini inancın gücü ve dezavantajı hakkında olacak. Karamazov Kardeşler düzeninde. Ama farklı tabii ki. Orijinal.”

Donmuş durumda oturuyordum. Aynen, Max için sorun değil. İnsanlara Savaş Rüzgârları’nı unutturacak bir şey mi istiyorsunuz? Salı günü elinizde bilin.

“İyi misin Jerry?”

“Biraz temiz havaya ihtiyacım var.” Ya da belki yeni bir Huck Finn çıkarırdık. Bu sefer gey karşıtı önyargıya sert bir bakış atardık. Masaya parayı fırlatıp kapıya yöneldim.

“Jerry, bekle.” Tam arkamdaydı.

Belki de yeni bir Dreiser romanı. Yazan: Max.

Ya da Scott Fitzgerald tarzında bir şey.

Dışarıda trafik yoğundu. Otobüsler, teslimat kamyonları, kalabalık kaldırımlar. “Kitabı Max yazdıysa, üstünde neden senin adın var?”

“Yasal sebepler. O bir insan değil. Çek imzalayamıyor. Aslında hiçbir şey yapamıyor.”

“Harika romanlar yazmak dışında.”

“Tam üstüne bastın.”

Karşımda durup kocaman sırıttı. Ne yaptığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Elektronik konusunda çok iyi olduğu belli olan bu çocuk William Faulkner’ı, Melville’i, Cather’ı iptal etmişti: Bu şeyin gölgesinde onların yapıtının ne değeri olurdu ki? Karamazov’u yapabilirse James Joyce ruhunda yeni bir simgesel başyapıt üretebileceğini varsaydım. Buna Akhilleus deyin, bir adamın hayatının kontrol arayışıyla yönlendirildiği bir roman. Ya da belki Kayıp Zamanın İzinde’yi liste dışına atacak bir şey olabilir. Sekiz cilt, bir ay zarfında teslim.

Patterson, “İşe yaradığından emin olamıyordum,” dedi. “Ben çok fazla okumam. Kurmaca okumam. İyi olup olmadığını bilmiyordum. Max’in yazdıklarının. Siz deneme sınavı oldunuz. Yine de kapağa onun adını koyacağız, sakıncası yoksa.”

“Max’in soyadı ne?” diye sordum.

Arkasından bir otobüs geliyordu. Massachusetts Bulvarı’na giden bir belediye otobüsüydü. Köşeden yolcu almış, bir açıklık görmüş, hızlanıyordu. Trafikten kopmuştu.

“Winterhaven. Max Winterhaven.”

“Kulağa iddialı geliyor.”

“Ben edebi geldiğini düşünüyordum.”

Max Winterhaven omzunda asılıydı. Otobüsün şoförüne baktım, yemin ederim ne yapacağımı benden önce biliyordu. Patterson’ı hızla itmeden hemen önce yüzünde gördüm bunu. Patterson’ın gözleri kocaman açıldı ve geriye doğru devrildi. İnsanlar çığlık attı, frenler gıcırdadı ve ben ya “Bu da Henry James için,” dedim ya da öyle düşündüm.

Hemen sıvıştım oradan. Birkaç saat sonra CNN’de çıkan tarifler bana hiç benzemiyordu. Ayrıca ölen adamın bir laptop taşıdığını, ama laptopun parçalandığını bildirdiler. Polis onu toparlamaya çalışıyormuş, ama daha fazlasını duyamadım.

Ortada dul kadın yoktu, söylemekten memnuniyet duyuyorum. Onu aradığım gece kimin yanında olduğunu bilmiyorum. Uzun Savaş, hepimizin bildiği gibi, uluslararası bir çoksatar oldu. Çekleri merhumun annesine gönderiyoruz.

Edebiyat otoriteleri hemen her hafta televizyondalar ve kendisine sadece zaman verilmiş olsaydı yükselen bir edebiyatçı haline gelecek olan inanılmaz yetenekli Edward Patterson’ın kaybına yanıyorlar.

Jack McDevitt

Türkçesi: Selahattin Özpalabıyıklar