
Köpeğin havladığını duydu yine. Gece yarısı. Karanlık, dışardaydı. Pencerenin altındaki bahçe parçası usulca aydınlıktı oysa: Gizli, çalık bir aydınlık. Köpek yine havladı. Yüz kırk birinci, dedi yavaşça; karanlık ürkmedi. Güzel. Yorganın altında. Yastıkta gezdirdi ellerini –yüzükoyun–. Serinlik. Buldu. Gövdesinin atışını, tüylerinin kısa ürperişlerle ayaklanışını dinledi. Köpeğin yüz kırk ikinci havlayışını. Uykunun sonu gelmiyen koyunları boşunaydı, serinliği. Çünkü iyice çökelmişti karanlık, yatağın üstüne oturmuştu. Ağırdı yorgan. Terliydi. Pisti. Çarşafsızdı. Kalkmalıydı belki. Gecenin dipsiz ağzında atıyordu saatler, bacaklarında, damarlarında, sinirlerinin kırık uçlarında. Doyasıya bir kaşınsaydı şöyle. Kalksaydı. Gecenin köprüsü kaygandı oysa – ürkek balıklar kadar ince köprüsü… Başını yastığın uçurumuna indirdi.
Bilmem kaçıncı kez havladı köpek. Soluk bir kadın sesi. “Gel,” dedi. Kristin… Mahzun yalının kızı, uykusuz gecelerin. Gıcırtılı kapıları vardı yalının. Kilitlerinde binlerce kedi boğazlanırdı. Uzaktan uzağa yakarışlar… İhtiyar bir devdi o yalı. Kristin’i, öbür iki kızkardeşiyle kendine tutsak eden bir dev. Hiçbiri evli değildi kızların. Özellikle Kristin. Doldurulmuş kediler geçirirdi günlerini; beslerlerdi. Rüzgâr esince her yanı sallanırdı yalının; o ağır, aşılmaz kapı tokmakları belirsiz tutkularla sarsılırdı. Bacakları gerilirdi ihtiyar Kristin’in. Yüzünün dikişleri birer birer söküldükçe gülüşü dudaklarını bırakır, uzun çizgiler boyunca yeni alnına, boynuna ellerine yayılırdı. O zaman gece sürerdi işte.
Kalkmalıydı. Uyandırmalıydı onu. Gece bitmiyecekti yoksa. Sürecekti. Sürecekti. Kristin daha yaşlanacaktı. Daha, daha, daha da. Yeni köpekler bitecekti bahçede. Uykuyu tedirgin eden mezarlar bitecekti. Kristin’in göz altları ölüydü, benekliydi, beyazlı-sarılıydı. Değişecekmiş gibi pütürlüydü derisi. Başka birinin sesini takınmıştı: “Islık çaldığımı duyarsanız yardıma koşun. Kardeşlerim öldürecekler beni.” Paramda gözleri var mı demişti. “Bir keresinde…” Boşluğun kesitinde madenî yankılar çıkardı sesi. Parmakları gıcırtıyla boğumlarında açıldı. Binlerce kilitli kapı. Binlerce kilitli el dolaştı saçlarında.
Uyandırmalıydı. Bulutlar baş döndürücü bir hızla alçalıyor, karışıyor, yok oluyorlardı çünkü. Yetişilemezdi artık onlara. Koyu. Ağaçlar. Uyandırmalıydı. Sesini sudan çıkarmaya çabaladı. Bir taş. Bir taş. Üç taş… Dalgacıklar yayıldı, genişledi, uzaklaştı gittikçe.
Bir balık kümesi geçti. “Yakaladım” dedi Kristin. Birden kamışı çekti. Tıp. Kıvranan gövdeyi parmaklarında tuttu. İğneyi. Saydam damaktan güçlükle kurtardı. –Kan girdi düşe, bozuldu.– “Gelin,” dedi sonra. Kediler yanaştılar. Hepsi. Pamuk da. Deliliği dostça gülümsedi onlara.
Sonra köpek havladı. Bin bilmem kaçıncı kez. Sürekli – çağrışkan. Kristin uyuyordu şimdi. Çarşaflara sarılı gövdesi, kolları seçiliyordu arasıra; göğsünün inişi, çıkışı, inişi. Örtünün tabutunda yiten şekilsiz başı. Uyandırmalıydı. Kardeşlerini nasıl öldüreceğini kuruyordu belki. Binlerce güvercin kanad çırpıyordu kafasında. Kendini nasıl savunacağını belki. Geldiklerinde. Çünkü görünmezlerdi zaman zaman. Hiçbiri. Eve kapanırlardı. Sonra bir gün…
Sebzecinin atı, kirpiksiz bakışını kaldırdı. Kristin’in arabadaki eli domatesleri tuttu bir bir. Tükenmez pazarlıklardan hoşlanırdı. Kara torbasına sabırla doldururdu herkes gittikten sonra. Konuşmadan. Sebzeci, “Deli bu kadın be.” demişti. “Utanmıyor yaşından. Çalarken yakalıyorum hep. Göz-kulak oluverin.”
Uyandırmalıydı. Herkes karşıydı Kristin’e. Anlatmalıydı. Yalanlarını, kardeşlerinden genç görünmediğini, zavallılığını, bir çeşit evcilik oynadıklarını o gün. Söylemeliydi. Ama Kristin, rüzgâra ıslık çalmaktan hoşlanıyordu. Duymayan köpeklere. Gecenin mağarasında taş izleri bırakıyordu sesi. Uçurtmalarını, bebeklerini bırakıyordu. Kara elbiselerini giyiyordu artık. Uyandırmalıydı. Bir ot hışırtısı getirdi rüzgâr, pencereye koydu. Islık. Demek sesi suya gömülmüştü bile. Sayısız oyuklarla yarmıyordu geceyi. Derken, sular dolmuştu oyuklara. Kristin susmuyordu. Oyuklar açıyordu yeniden. Durmadan. “Gelin,” diyordu, “ne olur koşun. Komşular olmasaydı… Elinize sağlık… Ben kedileri bilirim… Yaa, yalı güzeldir…”
Gündüzün ilk bulutları geldi artık. Tepedeki ağaçlar beyazlandı. Güvercinler. Vakit az. Çok az. Çok çok az. Islık da nerdeyse dindi. Islık mı, kuşku mu, her neyse, bir çeşit tedirginlik yani.
O gece Kristin’i öldürdüler.
Tomris Uyar
Kaynak: Türk Dili Dergisi, sayı: 162 (Mart 1965), s. 466-467.