Mustafa Çevikdoğan, 1984 doğumlu. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun. 2005’te yayıncılık sektörüne girdi. 2013’te editör olarak çalışmaya başladığı Can Yayınları’nda 2018’den beri yönetici editör olarak görev yapıyor. “Temiz Kâğıdı” (2017) ve “Geçecek Zaman” (2021) adlı iki öykü kitabı var. Mustafa Çevikdoğan ile yazma ve editörlük hallerini konuştuk.

Çağdaş Küçük

Mustafa Çevikdoğan

Büyük bir yazarın satırları arasına sinsice gizlenmiş bir kusuru ortaya çıkarmak ya da onların yazıyla alakalı en mahrem yönlerini bilen tek kişi olmak… Bir dosya üzerinde çalışırken sizde kalan en belirgin haz nedir?

Yayıncılığı seçmek için farklı gerekçeler olabilir ama tüm yayıncılarda ortak olan bir gerekçe olduğundan eminim: Kitaplara daha yakın olmak. Çocukluklarında, gençliklerinde kitaplara sıkı sıkı sarılan insanlar için ideal bir meslek gibi görünüyor yayıncılık. Sirenlerin denizcileri çağırması gibi kitap da yayıncısını çağırıyor – sonu pek hayırlı olmuyor tabii, ona sonra geliriz. Farklı şehirlerden, farklı toplumsal sınıflardan insanlar bu çağrıyla bir araya geliyor. İşe başladıktan ve uzunca bir süre çalıştıktan sonra “kitap okuyarak para kazanma” kurnazlığının pek de işe yaramadığını görüyorsunuz. Çünkü yayıncı olduğunuzda okuduğunuz kitaplar, gençliğinizde okuduğunuz kitaplar değil. Tam da hayranı olduğunuz “o” kitabı hazırlamanız gerekse bile yine bu okuma deneyimi eskisi gibi olmayacak. Artık kitap okuma eylemi sizin için daha farklı bir işlev kazanacak. Okuduğunuz her metne başka bir gözle bakacaksınız ki bu da insanı içten içe zehirleyen bir durum.

Tatmin kalmıyor mu diyeceksiniz… Kalıyor tabii! Nihayet, bizim, zamanında okuyup etkilendiğimiz kitaplar gibi, türlü çeşitli yüzlerce kitabı yüz binlerce nüsha olarak zamana bırakıveriyoruz. Hangisinin nereye ulaştığını, hangi zamanda, kimin hayatına dokunacağını çoğu zaman bilemesek de bir işe yaradığımızdan eminiz. Önceki paragrafta saydığım şikâyetler bu tatminin yanında hiçbir şey.

Aynı zamanda iki öykü kitabınız var. Editör kimliğiniz kurmaca metinler kaleme alırken size destek oluyor mu?

Hem olumlu hem olumsuz. Çalıştığınız metinlerde kurgu ve dilbilgisi hatalarını gördüğünüzde kendi yazdığınız metne daha dikkatli yaklaşıyorsunuz. Onlarca kuram kitabından öğrenemeyeceğiniz şeyleri elinize geçen dosyalardan öğrenmeniz işten bile değil. Bu olumlu tarafı şüphesiz. Olumsuzluğu ise benim gibi zaten üşengeç olan birine yazmak için zaman bırakmaması.

Peki, yazar kimliğiniz editörlük yaparken devreye giriyor mu?

Hayır. Ne kadar seversem seveyim, çalıştığım hiçbir metne yazarından daha fazla yaklaşmamaya çalışıyorum. Belli bir mesafede durmalı ve eleştirel bir gözle bakmaya devam etmeliyim. Metni sahiplenmeye başladığım anda duygusal kararlar alma ihtimalim var. Metne duygusal yaklaşıp bir çuval inciri berbat etme işi yazara ait. Editörler olarak metne dışarıdan, somurtarak bakmaktan başka çaremiz yok. Özellikle Türkiye’de yaygınlaşan editörlük anlayışı bu. Bence makul.

Bir eseri dokunuşlarınızla olabilecek en iyi noktaya taşıyorsunuz ya da tam tersini düşünelim, gözden kaçırdığınız noktalar olduğunda aynı eser vasat bir metin olarak kalıyor ve bu iki durumda da övgüye ve yergiye muhatap olan yazar oluyor. Bir dosya üzerinde bu kadar emek harcayıp her iki durumda da yok sayılmak size ne hissettiriyor?

Bugün herkes kıymetinin bilinmediğinden şikâyet ediyor. Bu kadar laf kalabalığının içinde herkese bir övülme vesilesi de düşüyor şüphesiz. Yine de zaten işimizi yapıyorken neden hep övülmek isteriz, bunu pek anlamıyorum. Şehirlerarası yollarda giderken dağ başlarında uzayıp giden elektrik direklerinden çok etkileniyorum. Bu dev direkleri koca dağların tepelerinden birileri geçirdi. Birileri bakımını yapıyor. Bu sayede belki yüz binlerce insan ışıksız kalmıyor. O direkleri diken işçileri neden anmıyoruz? Tevfik Fikret’in “elektrikçi” derken kastettiği bu değildi belki ama benim elektrikçim de övgüyü hak ediyor.

Eserler yazarlara ve çevirmenlere ait. Yayıncılığa girmeden önce bunu kabullenmeliyiz. Çok kötü bir metin geldiyse zaten basmamalıyız. İşimizin bir parçası da bu. Düzeltilebilir bir metinse işimizi yaparız. Ara sıra kuru teşekkür duymak hoş tabii ama sanatçı-editör sınırını iyi korumakta fayda var.

Bir editör olarak ne kadar ileri gidebilirsiniz? Örneğin, “Hâlbuki sonu şöyle bitse muhteşem olacak,” dediğiniz durumlarda bunu yazarla paylaşır mısınız? Yazarın kim olduğu ya da onunla olan ilişkinizin derecesi editör olarak dosyaya müdahale alanınızı belirler mi?

Bizde belli teamüller var. Kimle çalıştığınıza bağlı olarak müdahale seçenekleriniz artıyor ya da azalıyor. Yolun başındaki yazarlarla daha farklı bir iletişim var, daha verimli de. Kendini ispatlamış, tarzını kabul ettirmiş yazarlarla daha farklı. İkincide esas sorumluluğunuz, yazarın yazdığına en yakın haliyle metnin hatasız çıkması oluyor. Olay akışına, karakterlere müdahale biraz daha sınırlı kalabiliyor.

Yayınevinizden düzenli kitapları çıkan ünlü bir yazarın dosyasının, örneğin daha dün geri çevirdiğiniz bir yazar adayının dosyasından daha kötü olduğunu gördüğünüzde ne yaparsınız?

Edebî değer metreyle, kantarla ölçülebilen bir şey değil şüphesiz. Bu yüzden iyi-kötü ayrımına bu kadar kolay gitmiyoruz. Edebiyat tarihinde en tepeye kurulmuş isimlerin bazı romanlarını, öykülerini de tüm isimleri değiştirerek basmaya kalkışsak hiç alıcısı çıkmayabilir. Bu durum o yazarın kötü bir yazar olduğu anlamına gelmez.

Yazarlar belli aralıklarla eser verirler, evet; ama aynı zamanda yazdıklarının tümüyle de tek bir eser oluştururlar. Bu tek eserdeki –külliyat– bazı ciltler diğerlerinden daha zayıf kalabilir. Yine de olmazsa olmazlardır. Yazarın sanat macerasında önemlilerdir. Yazarın bütününe ancak tüm eserlere bakarak ulaşabiliriz. Buradan edebiyatın sadece âna hitap etmemesine, zamansızlığına da ulaşabiliriz. Çünkü külliyatlar muhtemelen belki yazarın kendi dahil bugünün okuru için değil, gelecektekiler için yazılıyor.

Bu sözlerden, ne gönderirlerse olduğu gibi basmalıyız sonucu çıkmaz umarım. Tabii ki yazarını tanıyan editör, yeni dosyanın onun edebiyatında nereye denk geleceğini, yazarı nereye taşıyacağını da hesaba katmak, buna göre de yazarı yönlendirmek zorunda.

Bu yüzden bir yazar kendini ispatlamışsa yeni eserlerini döneminin başka başka metinleriyle kıyaslamak doğru değil. Bağlam çok önemli.

Nitelik bakımında edebiyat dünyamızda bir durgunluk olduğu yönünde genel bir kanı var. Bunun değişebilmesi, dünya edebiyatıyla olan mesafemizin kapanabilmesi için neye ihtiyaç var? Üst üste başyapıtlar verecek yeni bir yazar mı bekliyoruz?

Edebiyat tarihinde bu iddianın ileri sürülmediği bir dönem yaşanmamıştır muhtemelen. Niteliğimizin eski zamanlardan daha kötü olduğunu düşünmüyorum. Son bir yıldır piyasa şartlarından dolayı ciddi bir sıkıntı var tabii. Simidin 5 TL olduğu yerde yazarların yazmak için, okurların kitap almak için pek hevesi kalmamış olabilir. Bu da geçecektir ama.

Her kuşak, yeni gelene alaycı bakıyor. Bunun saçmalığını anlatmak bile gereksiz. Çok ilkel bir dürtü bu. Haset. “Ben artık genç değilim ve artık yeni şeyler deneme şansım yok. Şu anda genç olanlar benim aklıma gelmemiş şeyler deneyebilirler. Benim okuyamayacağım kitapları yazıp okuyabilirler.” Bu düşünceler kuşakları mahvediyor. Herkes kendiyle birlikte edebiyatın da biteceğini sanıyor. Fazla sevmekten kaynaklanıyor bu tabii. Edebiyatın hiçbir yere gittiği yok. Giden biziz.

Seçme şansınız olsaydı hangi yılların edebiyat ortamında editörlük yapmak isterdiniz?

Farklı farklı konular için sıkça sorduğumuz bir soru bu 😊 Hepsinde de bugünü seçerdim. Asla değiştiremeyeceğim şeyler üzerine düşünüp zihnimi yormayı pek sevmiyorum.

Editörlüğünü yapmayı çok istediğiniz üç yazarı bizimle paylaşır mısınız?

Daha önce de söylediğim gibi editörlük, okurluğu mahvetmese de yaralayan bir iş. Bu yüzden bu soruya sevdiğim yazarların isimleriyle cevap vereceğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Onları başkaları çalışsın, ben sakin sakin okumayı tercih ederim. (Her ne kadar böyle desem de bugünün sevdiğimiz yazarlarından biriyle çalıştığımızda ağzımız kulaklarımıza varıyor, o ayrı.)

En iyi editörlük çalışması daha yolun başındaki yazarlarla yapılır bence. Hem sizin alanınız daha geniştir hem de muhatabınız sizi de tekdüze iş ortamından çıkarıp canlandırmaya yetecek kadar heyecanlıdır. O acemilikle metne doldurulmuş tozları, kirleri temizlediğinizde karşınızda ışıl ışıl parlamaya başlayan bir metin görmek… Sanırım işin en güzel taraflarından biri bu.

Akşam yayınevinden çıktınız, Mis Sokak’ta bir mekâna oturdunuz. Masadaki boş sandalyelerde kimlerin olmasını isterdiniz?

Mevcut arkadaşlarımdan memnunum. Çoğumuz yazıp çiziyoruz ama içki masasına iş getirmeyiz pek. Yani çok fazla edebiyat konuşmayız. Bu şartla bugünün tüm yazarlarına masamızda yer var.

Eskilerde biraz dikkatli olmak lazım. Refik Halid, Halide Edib, Melih Cevdet gibi ustalar mesela, size hiç söz bırakmazlarmış gibi geliyor. Ellerinizi önünüzde bağlayıp ciddi ciddi dinleyerek de akşam geçmez. Tanpınar’ın muhabbeti pek sarmayabilir. Oğuz Atay’dan da emin değilim. İşi garantiye alıp yanında rahat olacağım isimleri tercih ederim. Eski âlemcilerden Mahmut Yesari ve Osman Cemal Kaygılı’nın masaları keyifli olurdu bence.

Muhtemelen yanlarında İstanbul’un ipsiz sapsızlarından da birkaç kişi. O masada çok eğleneceğimden şüphem yok.

Peki, o masadan kalkıp buluşmaya gideceğiniz öykü ya da roman kahramanı kim olurdu?

Kendi karakterlerim pek hoşsohbet değiller. Belki Dimitri Karamazov ve Giovanni Drogo’yla birkaç saat –daha fazla değil– sohbet etmeyi isterdim.