“Arzu ettim ki, bir insanın öldüğünü ve ölürken neler duyup hissettiğini bildirmek suretiyle insanlığa bir faydam dokunsun.”
Beşir Fuad

Semih Öztürk’ün “Önce Dağlar Kar Tutacak” adlı dosyası 2018 yılında Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülmüş ve aynı adla Varlık Yayınları’nca yayımlanmıştı. Yazar, dört yıl aradan sonra yeni bir kitapla çıktı okurlarının karşısına. İletişim Yayınları tarafından basılan Telaş Bandosu da ilk kitabı gibi yazarın öykülerinden oluşuyor. Kitap, adını içindeki öykülerin birinden alıyor. Toplamda sekiz öyküden oluşan ince bir kitap Telaş Bandosu. İlk üç öykü benzer minvalde ilerliyorken dördüncü öyküyle birlikte gidişat biraz değişiyor ve son iki öyküyle hepsinden farklı bir çizgide sonlanıyor kitap. Başlamadan önce kitabın ismini uzun uzun düşündüm, neden bando acaba hem de telaş bandosu? Bandolar genellikle marş çalar. Bireysel değil de toplumsaldır diyebiliriz bu yönden. Düzeni de temsil eder bir yanıyla elbette. Bu açılardan bakınca metaforik düşünmeye müsait olduğu için yazarın öyküye de kitaba bu ismi vermesini oldukça yaratıcı buldum. Kitaba ismini veren bu öykünün sonda yer alması da isabetli çünkü yavaş yavaş hızlanan bir müzik parçası gibi hissettiriyor kitap kendini. Sona doğru “delilik” hâlinin güçlenerek arttığını, karakterlerin sesinin güçlendiğini görüyoruz. Bu açıdan öyküleri Ravel’in Bolero‘sunu dinler gibi okudum diyebilirim.

İlk üç öykü; “Gece Gelen Salyangoz”, “Agaşon” ve “Şuayip” aynı paydada değerlendirilmeye çok uygun. Üçünde de geçmişte yaşanmış bir olay, erkek bir ana karakter ve bu yaşananların günümüzde bize bir aracı ile aktarılışı söz konusu. Sırasıyla Ali Fevzi Efendi, Üsküdarlı Eşref Kehribar nam-ı diğer Ördek Eşref ve Halis Efendi’nin hayatlarına misafir oluyoruz. Fakat onların ardından, çünkü onlar biz bu öyküleri okurken zaten çoktan ölmüşler. Biz okurlar da yaşananları hep bir aracı yardımıyla öğreniyoruz. Neyi kastediyorum aracı derken? Birinde bir mektup, birinde hikayesini bilen ve aktarmaya gönüllü bir genç, bir diğerinde de ses kayıt cihazı buluşturuyor bizi bu şahsına münhasır karakterlerle. Zaman içinde kaybolup gitmekten kurtuluyorlar böylece. Anlatınca gerçekten var oluyor çünkü yaşananlar, bir hayal gibi köşede kalmıyorlar. Böylelikle ana karakterlerin hayatta olmadığı fakat merkezde yine de kendilerinin olduğu kişilerin hayatına konuk oluyoruz. Üç öyküyü birbirine bağlayan bir nokta daha var ki o da intihar. İlk ikisinde direkt intihar mevzu bahis iken üçüncüsünde dolaylı bir şekilde bahsedebiliyoruz. Özellikle ilk öykü “Gece Gelen Salyangoz” Beşir Fuad’ın karakter olarak da öykünün içinde yer aldığı ve onun intihar şekliyle gerçekleşmiş bir ölüm. Beşir Fuad’ın bileklerini kesip ölmeden önceki anlarında da bileklerinden akan kanla son notlarını bıraktığını kısaca hatırlatayım. Az önce belirttiğim gibi sonraki öykülerde karakterler, olaylar ve hatta bence üslûp bile farklılaşıyor. Özellikle “İstasyon” kurgusuyla da oldukça farklı ve kitapta beni en çok etkileyen öykülerden biri oldu. Öyküye adını veren İstasyon aslında bir tiyatro oyununun adı. Öyküde de bu tek kişilik oyunun Nilgün adındaki oyuncusunun hocasıyla konuşmalarını ve oyundaki karakterin ruh hâline girmeye çalışmasını okuyoruz. Bir noktadan sonra oyuncuyla oyundaki karakter ayrı kişiler mi değil mi ayırt etmek güçleşiyor. Bu açıdan çok katmanlı bir metin olarak yorumladım ben bu öyküyü ve sanırım etkileyiciliğinde bunun da payı büyük.
Kitabın ana dertlerinden birinin anlatmak, içinden taşanı aktarmak böylece anlaşılmak isteği olduğu fikrindeyim. Başından beri sözünü ettiğim öykülerin hep anlaşılmama, anlatamadan ölüp gitme telaşıyla garantiye alındığını görüyoruz. Bu sebeple kendilerine bir anlatıcı tayin ediyor delirmenin eşiğindeki karakterler. Kitabın sonuna doğru bu anlaşılmama hâli zirveye ulaşıyor yazının başında dediğim gibi. Kendine bir çıkar yol bulamayan kişiler karşılıyor bizleri özellikle son iki öyküde. “Telaş Bandosu” ve “Her Şarkıyı Çalan Bando” karakterleri bakımından da birbiriyle ilintili iki öykü. Anlaşılmayan insanların aracı da bu sefer trompet oluyor. Bekir Vian’ın trompetine eşlik ediyoruz topluca. Biz de onunla aynı bando takımındayız artık. Trompetçi Bekir bize sırlarını ödünç olarak veriyor, bir gün mutlaka geri alacak! Bir nevî kitaptaki “aracı” anlatıcılardan biri oluyoruz böylece biz de. Tıpkı Edip Cansever’in Yerçekimli Karanfil‘i gibi: “Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte / Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel / O başkası yok mu bir yanındakine veriyor / Derken karanfil elden ele.”
Nagihan Kahraman