Irak’taki meşhur “çuval hadisesi”nin yaşandığı dönemde memleketteydim ve her akşam Allah’ın kullarına çektirdiği en büyük azaplardan biri olan “ana haber bültenini zıt görüşten akrabaların yanında azınlık olarak izleme” işkencesiyle imtihan ediliyordum. Tamamı MHP’liydi. Omuz başlarımdaki yazıcı melekler, hatta cansız nesneler bile, duvarlar, perdeler, zaman ve mekân bile MHP’liydi sanki. MHP’li bir matrix’in içinde gibiydim, baktığım her yerde sayılar akıyor, toplanıp çarpılarak 40 yapıyordu.
Sıradaki haberde Erdoğan, kendisine yönelik “ABD’ye neden nota vermiyorsun” eleştirilerini “Ne notası veriyorsun, müzik notası mı?” diye savuşturunca akrabalardan biri bütün samimiyetiyle gülümseyerek şöyle dedi: “Adam ne güzel konuşuyor, değil mi?”
Ortam bir anda buz kesti. Yıl 2003’tü ve MHP matrix’ine Erdoğan güncellemesi henüz gelmemişti – o söz böyle ulu orta övülemezdi. Fakat kimseden ters bir cevap da gelmiyordu. Havada tuhaf bir şey olduğu seziliyordu. Özellikle de suskun, tereddüt içindeki yüzlere tek tek bakınca anlaşılıyordu: Erdoğan’ın cevabı onların da çok hoşuna gitmişti. Ne itiraf edebiliyorlardı, ne itiraz.
Erdoğan’ın güçlenmesinde ve cumhuriyetin en uzun ömürlü iktidarını kendi ellerinde toplayacak denli bir “kişi kültü” oluşturmasında hitabet yeteneğinin gözle görülür bir paya sahip olduğu zaten fazlasıyla konuşulan bir gerçek. Yeterince konuşulmayansa işin sosyolojisi: Halkın bir insana sırf ses tonunu iyi yönetiyor diye ülkeyi de yönetme hakkını neden verdiği.
Buradan yola çıkarak oldukça uzun boylu tartışmalar açılabilirse de biz burada işin “sembolik şiddet” boyutuna odaklanalım. Şunu biliyoruz: “Kazanan her şeyi alır” kuralına dayalı bir siyasi kültürle harcı tutmamış bir toplum projesinin üzerine inşa edilen Türkiye’de birey olmak derin bir güvencesizlik anlamına gelir. Neticede bu emniyetsizlik hissi ancak diğerleri üzerinde tahakküm kurabilecek alt toplumsal gruplardan birine entegre olmakla ve bu kültürle özdeşleşmekle giderilir. Fanatik taraftar gruplarının birbirlerini maç çıkışlarında ara sıra bıçaklarken tribünlerde küfür ve aşağılamayı düzenli sürdürmesi misali, toplumsal gruplar arasında da fiziksel şiddet fırsatının nadiren kaçırılmasına karşın süreklilik ve yoğunluk bakımından esas “savaş” sembolik alanda tezahür eder. Mizah da elbette bu şiddetin kristalize olduğu sahaların başında gelir, şiddetin “medeniyet” kılıfı giydirilmiş, kabul edilebilir halidir o. Öyleyse ağzı iyi laf yapan bir siyasetçinin arkasına dizilmek de “sembolik olarak” doğru komutanın arkasına dizilmekten başka bir şey değildir – ki sosyal medyada ağır siyasi laflara “Böyle ölmez füze at” ifadesiyle destek gelmesinin dışa vurduğu gerçek de budur zaten.

Şimdi biraz aceleci görünebilecek, ama düzayak yapılıvermiş bir anneanne kurabiyesi gibi hızıyla tadı arasında ille de ters orantı olmayan bir iddiayla geleceğim. Toplumsal çatışmaların esasen sembolik alanda yoğunlaştığını bir kez kabul edersek, sembolik alanın bizzat kendisinin de toplumsal bir içeriğe sahip olmasa dahi bu dinamiği üretmeye meyilli olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Daha açıkça ifade edilirse, “Adam ne konuşuyor be” diye sözgelimi Erdoğan gibi bir siyasetçiyi desteklemek ile ağzı iyi laf yapan (sembolik “ateş gücü” yüksek) birinde kendi temsilini bulmak arasında çok da uzak bir yol olduğu söylenemez. Hele ki “alfa erkeğin” arkasına dizilme güdüsü kuvvetli, eril kodlarla yoğrulmuş bir toplumda, hiç.
Bu yüzden de eğer “Kültürel iktidar kimde” tartışmasını siyasal düzlemle sınırlamazsak –ki sınırlamamamız gerek– bu iktidar pastasının tamamı değilse de büyük bir diliminin uzun yıllar Cem Yılmaz’ın tabağında durduğu muhakkak. Cem Yılmaz’ın da kendini Türkiye’nin (kültürel) iktidar figürlerinden biri olarak gördüğü çok su götürmez zaten. “Cem Yılmaz’ın tahtına oturacağım diyenler varmış, dedim ki dikkat et de ben ordayken oturma” gibi bir espri boşuna yapılmaz – orada hem taht imgesi hem de tahtta hak iddia edenleri caydırıcı bir fallik gönderme birlikte sunulur.
Tam da bu yüzden G.O.R.A.’dan bu yana filmlerinde prensesinden maymununa (A.R.O.G.), geyinden butch kadınına (Yahşi Batı) kâinatta cinsel aktivite yeteneğine sahip tüm varlıkların “arzu nesnesi” olan karakterleri oynamayı sever Cem Yılmaz. Fakat özellikle Erşan Kuneri Cem Yılmaz’ın sinemadaki erken döneminden bu yana vedalaşmayı başaramadığı bir alterego vazifesi görür. Avrupai, handiyse Aryan görünüme sahip, üstelik penisi dizlerine kadar uzanan bir yetenek abidesi. Hitler’in sevgili yönetmeni Leni Riefenstahl’ın Olympia’sından fırlamış bir kahraman.
Dizinin henüz ilk sahnesi bu açıdan az ama öz bir veri sunuyor: “Ayakçısı” Eryetiş, cezaevinden çıkan Kuneri’ye durup dururken –ama gerçekten durup dururken– “Boynuma dola Erşan abi” talebinde bulunur bu sahnede. Eril tahayyüldeki boyunduruk altına alma arzusunu da kapsayan bu “boyna dolama” esprisi, hayran kitlesinin Cem Yılmaz’la kurduğu (Cem Yılmaz için ideal olan) ilişkinin aynısıdır. Cem Yılmaz’ın sözgelimi üniversite öğrencileriyle gerçekleştirdiği söyleşilerin videolarına göz atın: Cem Yılmaz kendilerine laf soksun diye pas atmaktan özel bir keyif alan insanlar göreceksiniz. Boynuna dolanmasını isteyen, alfa erkeğin peşinde bir sosyoloji.
Zafer Algöz’ün ateşlediği Gibi tartışmasını da işte tam bu sosyoloji ekseninden okumak gerek, mizahtaki dönüşüm üzerinden değil. Cem Yılmaz (ve ekibinin) “kaldıramadığı” şey artık en iyi mizahı yapamıyor olmak değil, kültürel iktidarı kaybetmek çünkü. Ve “malum şahıs” gibi kaybettiğini gördükçe hata üstüne hata yaparak bu kaybedişi hızlandırıyor Cem Yılmaz da.
Fakat tersi de doğru: Cem Yılmaz fanlığından Gibi’ye kayan kitlenin batan iktidar gemisini terk etme psikolojisiyle hareket ettiği yani. Yeni bir iktidar figürü olarak Feyyaz Yiğit’le özdeşleşmek sosyal güvence anlamında çok daha makul görünüyor çünkü. Daha genç, daha cool, daha winner. Dilinin erilliği anlamında da özdeşleşilmesinde bir mahzur bulunmayan bir genç erkek lider. Aksi takdirde içinde tek bir espri bile barındırmayan bir Feyyaz Yiğit videosunu “komedi işini en iyi yapan adam” başlığıyla paylaşmanın ve beğeniye boğmanın başka hiçbir açıklaması yok zaten. Takip ettikleri eski kurt artık kocayan koskoca bir kitle, “boyunlarına dolayacak” yeni alfanın peşinde, hepsi bu. Doğanın kanunu işte: Sen kuki olduktan sonra, semer vuran çok olur.

Jean Genet’nin Balkon’u, toplumsal olayların yoğunlaştığı bir dönemde bir genelevde yaşananları anlatır. Oyunun bir yerinde, devrimci olayları bastırmakla görevli Emniyet Müdürünün ağzından şu sözler dökülür: “Beyler sizin sağduyunuza ve sadakatinize yeterince güvenim var. Üstelik cüretli düşünceleri savunmayı da sürdürdüğüm mücadelenin bir uzantısı olarak görüyorum. Bakın: Bana dev bir penis, koskocaman bir yarak biçiminde gözükmem öğütlendi.”
Hakan Sipahioğlu
Alkışlıyorum, başka da sözüm yok 🙂