Yazarlar hayallerine biçim vermeye uğraşırken türlü türlü hallere girerler. Edebiyatın ve futbolun kıyısından ayrılmadan, İlhan Özgen ile bu yazma hallerini konuştuk.

Çağdaş Küçük

İlhan Özgen

Yazma hevesi ilk ne zaman ve nasıl oluştu?

Futbola merakım, izleme alışkanlığım vardı. Bunun yanında film, belgesel ya da kitap okuma alışkanlıklarım da zaman zaman azalsa da hep vardı. Özellikle de babamla iletişimimizin baba-oğuldan farklı olmasında futbolun payı büyüktür. Devamlı konuşma, ondan dinleme ya da arkadaşlarıma anlatma durumu hep olmuştu ama hiç yazma niyetim yoktu. Zaten 25-26 yaşına kadar da müzikle ilgilendiğim için hiç düşünmemiştim. Daha sonra müzik mevzularına ara verdim. O ara çevremdekilerin ısrarı ile Kadir Has Üniversitesi’nin her yıl açtığı Spor İletişim Sertifika Programı’nın sınavlarına girdim. Kazandım, kurs başladı… Bağış Erten, orada yazma ödevleri veriyordu. İlk yazım, Gigi Riva üzerine bir ödev yazısıydı. Sonra Bağış Abi, “Yazmayı bırakma. Sende iş var,” minvalinde bir şeyler söyledi. O epey bir motivasyon oldu ve devam etti.

Kendinize ait satırları yayımlanmış halde gördüğünüzde ilk olarak neler hissettiniz?

Kadir Has’taki programda arkadaşlarımızın kurduğu bir internet sitesi vardı. Hem Avrupa Futbol Şampiyonası hem de Olimpiyat Oyunları senesiydi, 2012. Onların kurduğu siteye yazılar yazmamı istedi Bağış Abi. Tarih yazıları özellikle de. Sonra yine onun önayak olmasıyla aynı programdan Sezgin Rızaoğlu ve Batu Anadolu ile Toprak Saha’yı kurduk. Ondan sonra Radikal geldi. Ama onların da internet yayıncılığına geçtikleri dönemdi. Heyecan vericiydi tabii. İlk yazı, Portekiz futbol tarihi üzerineydi. Sonra da Afrika Uluslar Kupası tarihi üzerine bir yazı yazmıştım. Özellikle ilkine gelen yorumlarda, üslubum çok övülmüş hatta bir okuyucu Tanıl Bora’ya benzetmişti. Mutlu etti tabii.

Bir yazıyı kaleme alma süreci nasıl gelişiyor?

Eskiden daha farklıydı. Çünkü ne kadar ilgili de olsam o futbolcu, o takım, o dönem hakkında bilgim bugünkü kadar değildi. Neyi, nereden, nasıl okuyacağımı ya da yazıya nereden başlayıp nereye getireceğimi bilemediğim çok zaman olmuştur. Artık daha kolay. Yazı ilk verildiği anda iskeleti çıkarıyorum. Kafamda bölümlere ayırıyorum, sonra da oraları dolduruyorum. Ama bir de şu var; ben kendimi sık sık eksik bulduğum için yine okumalar ya da izlemeler uzun sürebiliyor. Misal çok iyi bildiğim bir maçı yazacaksam bile “Bir şey bilmiyorum ben sanırım” gerginliği oluyor. Bir daha izliyorum, yine o maçın kahramanlarının ağzından o 90 dakikayı okuyorum… Hazırlanma aşaması uzun sürüyor. Bir de çocukluğumdan gelen dikkat dağınıklığım var tabii. Bir sayfa fiş yazarken bile evin içinde 30 tur atardım. Şimdi 25-30 bin vuruşluk yazılarda kaç tur atıyorum, siz hesap edin…

Benim de bir dönem konuk yazar olarak yer aldığım Toprak Saha bloğu bugün Socrates Dergi’de kendine ait bir bölüm olarak yolculuğuna devam ediyor ve burada bugünden ziyade hep geçmişte iz bırakmış olaylar ve kahramanların hikâyeleri göze çarpıyor. Bunun sebebi nedir?

Ben okumayı Günaydın Gazetesi’nin verdiği Dünya Kupası kitaplarının ilk cildiyle, o sarı kitapla öğrendim. Ömer Altay’ın kaleme aldığı, Dünya Kupası’nın 1990’a kadarki tarihini anlatır o kitap. O günden beri oyunun o tarafına ilgim hep daha fazla oldu. Babamla muhabbetlerimizde de onun anlatıcılığı bu merakımı diri tuttu sanırım. Daha sonraları da hep arkadaş çevremde “Offff yine Zico diye başlayacak” minvalinde dert yanılan insandım. Ama bir yandan da şikayetçi değildim çünkü cidden insanların merakı olan bir alanda o disiplinin geçmişini bilmesi gerektiğini düşünürüm. Neyse uzatmayayım, Bağış Abi’nin istediği ödevlerde de hep işin tarih tarafına eğilince, meğerse onun da Back Pass gibi Brit dergilerden dolayı bir Retro futbol internet sitesi merakı varmış. Üçümüzü bir araya getirdi ve “Her ay bir konu seçip, onun tarihine inin” diyerek ‘emri’ verdi.

Yazılarınızı kaleme alırken nostaljinin etkilerinden kendinizi uzak tutmak zor oluyor mu?

İlk zamanlar ben de biz de o romantizme kendimizi kaptırmış olabiliriz. Çünkü dediğiniz gibi “Eğer tarih yazılacaksa böyle yazılmalı” gibi yazısız bir kural vardı sanki. Toprak Saha’nın bu açıdan faydası anlatamayacağım bir boyuttadır. Çünkü üslubumuzu bulmamıza, yazma disiplini kazanmamıza hatta –7 yıldır çalıştığım– Socrates’te, daha önce hiç dergicilik yapmasam da o dergi hayatına adapte olmamıza büyük katkısı oldu. 2012’de başladığımızda yazılarda o bahsettiğiniz romantizm kesin vardır. Ama yıllar geçtikçe, Sezgin de Batu da ben de “Ya biz bunu anlatmak istemiyoruz ki. Niye masal gibi anlatalım” düsturuyla kendimizi şekillendirmeye başladık. Dahası, kendi adıma konuşursam eğer, sporun tarihini okumak elbette çok önemlidir. Ama yazacaksanız ya da birilerine anlatacaksanız, izlemenin hatta defalarca izlemenin ve kendi gözlemlerinizle anlatmanın önemini daha iyi kavradım.

“Kaçış” adlı yazınızda Orhan Kemal’in futbolla olan ilişkisini kaleme almıştınız. Türk ve Dünya edebiyatında daha birçok büyük ismin eserlerinde olduğu kadar hayatlarında da futbol oldukça büyük bir yer kaplıyor. Bir masaya oturup futbol konuşmak istediğiniz üç yazarı sorsam?

O aslında benim yazım değildi. Sizin bana bir tavsiyenizdi ve biz de Orhan Kemal’in eserlerindeki futbol anılarını derlemiştik. Yine yakın dönemde efsane yönetmen John Huston’ın da boks anılarını derledik, Açık Bir Kitap adlı muazzam otobiyografisinden.

Ben bu masaya oturma sorularında çok başarısızım. Hiç düşünmedim de belki de pek imkânı olmayacağı için. Ama Türk edebiyat tarihinde konuşacağımız konudan bağımsız aynı masaya oturmak isteyeceğim bir yazar direkt aklıma gelir, Sait Faik. Hazır Ada’dan yeni de geldim, objektif davranamadım galiba… Dünya edebiyatından da Umberto Eco olabilir. Sartre’ı da çok severim ama o pek bir masaya oturmalık bir adam değil gibi. Huston’ın kitabında muazzam bir Sartre bölümü vardı, şaşkınlıkla karışık dehşete düşmüştüm…

Ülkede okuma oranı malum. Bu durum futbol izleyicisinde belki daha çok kendini gösteriyor. Yazdıklarınızın anlaşılmadığını ya da kitlelere yeterince ulaşamadığını düşünüyor musunuz?

Eskiden düşünürdüm, üzüldüğüm de olmuştur. Ama sonra baktım ki aslında ulaşmış da. Socrates dışında gelen teklifleri, kitaplar için editörlük tekliflerini, makale ricaları ya da röportajlarımı kullanmak için izin isteyenleri ya da Kolej Havası belgeseli için gelen telefonu düşününce, “Demek ki ulaşması gereken yerlere ulaşıyor” demeye başladım. Üstelik genç arkadaşlarımızın bir türlü attığı mesajlarda “Sizden dolayı yazı yazmaya başladım” ya da “Sayenizde futbol tarihine ilgim oldu” gibi motive edici cümleler de var. Hatta geçenlerde birlikte program yaptığımız Buğra Balaban’a gelen bir mesaj vardı. Paylaşmam doğru olmayabilir belki. Ama o mesaj benim için birkaç milyon izlenme ya da okunmaya bedel.

Bugün geçmişe dönme şansınız olsaydı hangi spor olayını yerinde takip edip hikâyesini yazmak isterdiniz?

1982 Dünya Kupası. Tek maç hakkım varsa eğer, o kupadaki Brezilya-İtalya maçı.

Spor yayıncılığının günümüzdeki durumu hakkında neler söylemek istersiniz?

Bahsettiğim gibi yazılı içerik açısından zor bir ülkeyiz. Hoş, dünyada da artık bu dönemde uzun uzun makalelerin eskisi gibi okunmadığını görüyoruz. Diğer taraftan genelde sektör çok eleştiriliyor. Yıllardır bu böyle. Ki haklı olunan çok çok fazla nokta var. Ama ben bütün bu kötüye gidişte işin içinde olan insanlar kadar izleyici ve tüketicinin de payı olduğunu düşünüyorum. Maalesef genel anlamda bir spor kültürümüz olmadığı için ortaya karışık bir yayın stratejisi ya da popülaritenin peşinden koşma durumu var. Takımlar üzerinden tartışmalar, transfer spekülasyonları, herkesin bir gün A takım hocası bir gün altyapı uzmanı, öbür gün taktik ya da scout uzmanı olduğu bir ortam görüyoruz. Eski yayıncılıkta da eleştirilecek çok şey vardır bu arada. Ya da Türkiye son 20 yılda okumadan uzaklaşan bir ülke olmamıştır. Ya da futbol zaten hep diğer sporların önündedir. Ama bence bu dönemi başlık altına alacaksak, sosyal medyanın da büyük ‘meziyetiyle’ ‘Kavga Ortamı’ diyebiliriz. Benim naçizane en çok midemi bulandıran husus o. Eğlence sektörü diyebileceğimiz bir dünyada bu kadar kavga, komplo teorisi, hakaretin dönmesi bana garip geliyor… Bunda da içinde olan herkesin payı var maalesef.

Socrates Dergi elbette hayatınızda büyük bir yer kaplıyor ama ondan bağımsız kafanızda bir kitap yazma fikri var mı?

Eskiden vardı. Artık pek yok.