Nazmi Özüçelik

O zamanlar gençtim ve huzursuzdum.

Dolunaylı bir geceydi. Boğaz vapurundaydım. Bir akrabamızın Asya Yakası’ndaki gösterişli düğününden dönüyordum. Masadaki numunelik rakıdan sonra, yaşıtlarımla bir kenara çekilerek paylaştığımız zuladaki Aral Vermutunun cilasıyla çakır keyiftim ve biraz ayılmak için pruvanın tahta sıralarından birine oturmuştum.

Muradına eren bir arkadaşımıza karşı kıskançlığımızı gülümseyişimizle ne kadar ustalıkla maskeliyebiliyorsak, ölümün genç yaşta aramızdan aldığı arkadaşlarımızın bize anımsattığı halen yaşıyor olduğumuz gerçeğinin sevincini de onlar için duyduğumuz üzüntü perdesinin ardına gizleriz.

O zamanlar, bu gibi düşünceler aklımda yoktu. Toydum sahiden de.

Gecenin içinde akan vapurda suyun yarılma sesini dinlerken ve tanıdık mekanları aydınlatan uzak ışıkları seyrederken düşünüyordum: Bana sıkıntı veren neydi? Sorumluluklarım mı? Bir aile geçindirme sorumluluğum yoktu, parasızlıktan gerçekleştiremediğim eylemlerimden de sorumlu değildim. Ne var ki, bana çizdikleri yolda devam etmemi isteyenlere karşı bir sorumluluğum vardı. Kim miydi onlar? Ailem ve yakın çevremden başlayıp tüm Misak-ı Milli sınırlarımız içinde kalan toplumumuz, tabii. Bana çizilen yolsa, paşa paşa okullara gidip bir meslek sahibi olmamdı.

Ailem: “Biz sana sonsuza kadar bakamayız.” (Sonsuz, onların ölüm tarihinde son bulan bir zaman süresiydi.) “Yağmur yağarken küpünü doldur.” (Bu, baban emekli olana kadar kendini kurtar, demekti.)

Akrabalar: “Baban memur, okumazsan sürünürsün.” (Henüz askerlikteki “Sürün!!!” emrini duymamış olmam bu sözün hakkını vermeme engeldi.) “Bu dünyada kimse kimseye para vermez.” (Bu uyarı kredi kartlarının keşfinden önceydi.) “Kimse kız vermez.” (Bu sonuncusu beni can evimden vurmuştu.)

Toplumumuza karşı sorumluluğum ise, ayağımızın tozuyla üniversite amfisine ilk ayak bastığımızda, başımıza kakılırcasına biz öğrencilere hatırlatılmıştı: Mezun olana kadar bu fakir devlete şu kadar liraya mal olacaktım. Maliyeti artırmadan (sınıfta kalmadan) okulu bitirmem şarttı. Daha sonra askerliğin sorgulanamaz emirlerine uyarak ve mesleğimle vatana ve millete faydalı bir insan olarak borcumu ödeyecektim.

Mezun olup iş bulmam bir kurtuluştu. Anlıyordum. Anne ve babamın alınlarındaki endişe çizgilerinden kurtulacaktım. Akrabalarımın gözaltısından kurtulacaktım. Toplumun baskısından kurtulacaktım. En önemlisi, evlilik düşüncesinden kurtulacaktım: Bir meslek sahibi olunca, işimin karşılığında ödülümü hayatın elinden tantanalı bir düğünle almama izin vardı. O ödül ki, beklemesini bilene topoğrafyasını açan şefkat ve şehvet diyarıydı: Aşk.

Annem: “Oğlum, takılma kızlara, hayırlısıyla bitir okulunu, sonra elini sallasan ellisi.” (Ellinin “elini” ile ses benzerliği için söylendiği apaçıktı.)

Şimdi, o gece vapurda bir bilinç aydınlanması geçirdiğimi “itiraf” etmeliyim: Bu aydınlanma bir itirazın dik başlılığını taşıdığı için sözcüğü bilerek seçtim. Bir ara, bulutların aralanmasıyla Boğaz’ın sularında yüzlerce noktadan titreyen ışıltılı belinay, sanki zihnime ışık tutmuştu… Birdenbire anlamıştım ki, bana dayatılan hayat adımlarının sırasına uymaya gönüllü razılığım, tüm düşüncelerimi ve hayallerimi daha onlar zihnimde doğmadan tutsak ediyordu.

Yaşadığım gerçeğin aydınlandığı o mucizevi anda buruk bir aldatılmışlık duygusuyla kavradığım şey; ailemin, yakın çevremin ve toplumun el ele vermiş, genç yaşımda doğanın bütün hücrelerimin kapılarını açarak içeri buyurduğu aşkı bana unutturmaya çalışıyor olmalarıydı… Üstelik Tanrısal bir sesle ve yukarıdan sallanan bir parmakla: “Önce ekmek paranı kazan!”

Tüm gücümle bu emre başkaldıracaktım. Gelecek için yaşamayacak, yaşadığım an için yaşayacaktım.

Aydınlanma düşüncem, kendimi yüzde yüz haklı göreceğim bir toplum manzarasını da önüme koymuştu; solcu öğrenciler, devrimciliği, küçük burjuva yönelimleriyle sulandırmamak için aşkı ağızlarına bile almıyorlardı; sağcılar ve yoksullar, din aksini söylemediği halde, aşk söz konusu olunca dehşete düşüyor ve Tanrıyı unutuyorlardı; zengin aileler, aşk ateşiyle yanan oğullarının veya kızlarının aşklarının üzerine sünger çekebilmek için, onları bir süreliğine Avrupa’ya gönderiyorlardı.

Ünlü bir yazarımız, iç sıkıntısının aşka başlangıç olabileceğini söylememiş miydi? Geceden kalma yatılmış bir yastığın kokusu gibi içime yayılıp ruhumu saran sıkıntımın, bende de aşkı doğuracağından artık emindim.

Kaptanın bütün dikkati iskele manevrasındayken, ben, ne olursa olsun, arkasında neyin saklandığını tam bilemediğim aşk kapısının melankolik melodili zilini çalmaya karar verdim. O direngen anımda, bir sınıf arkadaşımın uzun kumral saçları arasından bütün doğallığı ile görünen güzel yüzü gözümün önünde belirdi. Ertesi günden tezi yok, ilgisizliğimle kendimden soğutmaya çalıştığım o süzgün kızın, umudunu kaybetmeyen baygın bakışlarından gözümü kaçırmayacak, o gözlere cevap verecektim.

Ben bu kararlılık içindeyken, karanlıkta vapurumuzun bordasının iskeleyi sarsmasıyla kısa yolculuğumda bana eşlik eden düşüncelerim, uyandığımda zihnimde tuhaf bir iz bırakarak kaçışan rüyalar gibi hızla dağılıp gecenin içinde kayboldular.

***

Dedim ya, toydum. Özgürlüğün bile sınır çizen bir kavram olduğunu daha sonra öğrenecektim. Hayatımızın tek bir hikayeye kurgulanmasının zorunluluğu, hayat seçeneklerimizi kısıtlıyor, rastlantıyı yazgı katına çıkacak kadar serbest bırakmıyordu. Gelenek, sabırsız devrimi sabrıyla alt etmeyi biliyordu.

Bugüne kadar, keşke korkuma yenilmeseydim de o gece kendime verdiğim sözü tutsaydım diye düşündüğüm anlar olmuştur. Belki de, hayatım başka türlü olurdu. Bunu, yaşadığım hayatı noksan bulduğum için söylemiyorum: Bana bunu, başka hayatlar yaşamanın nasıl bir şey olabileceğinin merakı söyletiyor.

Nazmi Özüçelik