Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):
4 milyar 540 milyon 874 bin 673. Yıl, 303. Gün:
TİAMAT
Ne vardı şimdi durup dururken bana yedek subaylığımda tuttuğum silahlı denizaltı nöbetlerini hatırlatacak. Hele, o iki kişinin yan yana zorla geçtiği koridora taşan masadaki dört subayın sofrasının anlatıldığı sayfalar. O klostrofobik mekanda ben de bir yerlere sıkışmıştım sanki.
Başlamışken sürdüreyim. İhsan Oktay Anar’ın, adını Mezopotamya Bölgesi efsanesinden alan Tiamat (Deniz Tanrıçası) gülümsetmekten kahkahaya açılan yelpazesiyle okura keyifli anlar yaşatan fantastik bir roman.

Kitap hakkında birkaç şey söyleyebilmek için, eleştiri dilinin yapıtın diline uygun olması gerektiği savına pek aldırış etmemeli. Çünkü, kitabın dilinin yer yer, olayın geçtiği tarih olan 1915’teki Osmanlıcaya benzemesine özen gösterilmiş; yazarın diğer kitaplarını okuyanlar için sürpriz değil.
Bir denizaltımız İngiliz Donanmasına karşı görevdedir. Ne ki, asıl savaş dışarıdan çok içeride gerçekleşecektir. Derin deniz uzamında, denizaltının her “uzvu” her bir işlevsel ayrıntısıyla ve o zamanın teknik diliyle eksiksiz anlatılır. Askerî düzen ve ast-üst ilişkileri gerçekçi işleyişi içinde verilirken, denizciliğin neden kara ve hava ordularına göre daha gevşek ilişkilerle yürüdüğünün ipuçlarına da dokunulur: Tek bir mekanda herkesin hayatı herkese bağlıdır. Ve en önemlisi… Herkesin görevinin önemli olduğu bir denizaltıda aylak bir adamdan söz edilemez ama, öldürücü bir “canavar” niye olmasın!
Katı bir hiyerarşi içinde olunsa da, anlatımda karakterlerin her birine eşit önem verilir. Kahraman yok, kahramanlar vardır. Romanlarda alışılagelenin aksine, Tiamat’ta karakterler okura olaylar zinciri içinde tanıtılmaz. Onlar, öykülerdeki gibi karakter gelişimlerini tamamlamış kişilerdir. Kahramanlar, okura çok yaratıcı, yazara, dolayısıyla kültürümüze has ve örneği pek görülmeyen eğlenceli karakter analizleriyle, üzerinde sözcük sözcük düşünülmüş, söz ustalığıyla işlenmiş cümlelerle okura tanıtılır.
Roman, köçeklik yapan birini de sayarsak, erkekler dünyasında geçer. Sürekli biraradalık ve yakın temasla saygı mesafeleri sıfırlanmış erkeklerin kaba şakalarına ve argolu atışmalarına okur hazırlıklı olmalıdır.
Anar Tiamat’ta, nidalar, sesler, gümbürtüler, gacır gucurlar, tangır tungurlar, “gugukî ve cikcikî”, dünyada yapay ve doğal ne kadar ses varsa, bu kitapta onları biraraya getirmeye ant içmiş gözükmektedir. Öyle ki, ses betimleyen sözcükler ve cümleler kitaptan ayıklansa, sayfa sayısında önemli bir azalma olacağı kesindir.
Romanın izinin sürülebileceği, denizaltının bölümlerini gösteren bir krokinin kitaba eklenmesi iyi olurmuş. Tiamat, senaryolaştırılmak için yalvaran bir metin. Kitaptan, şöyle özel efektli fantastik sahnelerle dolu bir film neden çıkmasın!
[Uyarı: Gelen son cümle kitabı henüz okumayanlar için fevkalade tat kaçırıcıdır.]
Kendimi şimdiden filmi izlerken görüyor ve tabut şeklindeki bir 3D yazıcısında kat kat beliren bir canavarı büyüyen gözlerimle izliyorum.
307. Gün:
ÖYKÜ ÖYKÜNÜR
Kızımızı ana okulundan almadan önce, karımla birlikte şehirdeki yüksek bir binanın en üst katlarından birindeki kafeye çıkıp başbaşa bir keyif yapalım dedik.
Boş olan asansöre girdik. Hemen arkamızdan iri yarı, güçlü kuvvetli bir adam bindi. Orta katlarda bir yerdeyken, pat diye durduk. Işıklar da kesildi. Karanlıkta kaldık. Neyse ki, durum uzun sürmedi.
Kafede otururken, King Kong’un şehre tepeden bakışını anımsadım. Şeytan dürttü. Karıma, “Biliyormusun, asansördeki o ayı önce karanlıkta beni haklayıp, sonra da sana saldıracak diye korktum,” dedim. Karım, “Sen de tuhafsın, adamcağız karanlıkta hemen cep telefonunun ışığını yakıp bize yardımcı oldu. Dostça davrandı,” dedikten sonra, ima ettiğim şeyi sanki yeni anlamış gibi yüzüme bakıp sinsi bir gülümsemeyle, “Manyaksın!” dedi. Lafı yiyince sustum.
3,5 yaşındaki kızımızı okuldan alarak eve döndük. Yol boyunca, okulda neler oldu, onu kim kızdırdı, ağzının payını nasıl verdi? Hepsini öğrendik. “Aferin benim akıllı kızıma. Hep böyle ol, ezdirme kendini.”
Öykü saati geldi. Ben anlatırken karım da yemeği hazırlar. “Bir gün ikimiz, senle ben bir ormana girmişiz,” diye başladım. Sözümü kesip, “Hare… Hare!” diyerek kimliğini hatırlattı. Ben hemen “Bir gün, Hare’yle babası birlikte bir ormana girmişler,” diye düzelttim. “Ormanda yüksek ağaçlar arasında çiçekler içinde yeşil panjurlu şirin bir evi arıyorlarmış. O evde çocukları çok seven onlara hediyeler veren yaşlı bir kadın ve iki kedisi oturuyormuş. Ararken ararken bir de bakmışlar ki, ormanın derinliklerinde kaybolmuşlar. Geç olmuş, karanlık basmış. Karanlıkta birbirlerini göremiyorlarmış…”
Kızım hemen araya girdi: “Ama, iyilik perisi elinde fenerle geldi ve orayı aydınlattı, di mi?” “Evet!” dedim, “Onunla ormanda artık önlerini görebiliyorlarmış. Fenerin ışığında, bir de ne görsünler: Koca bir ayı onlara doğru geliyormuş.”
Kızım gene, “Ama, o dost bir ayı, kötü bir şey yapmaz,” deyiverdi. Ben hemen çark edip, “Tabii, Hare’ye ve babasına dostça davranmış. Gidecekleri evi biliyormuş. Onları o iyiliksever kadına götürmüş. Hare de ayıya yardımı için teşekkür etmiş,” diye devam ettim. Yaşlı kadından aldığı hediye olan parlak mavi taşı yine kızımın ağzından duyup öyküye aktardım. Sonunda minnoş kedileri bile okşadık.
Babasının güzeli. Korkuları bile bana çekmiş.
310. Gün:
HEP AYNI BOŞLUK
A. H. Tanpınar’ın “Hep Aynı Boşluk – Denemeler Mektuplar Röportajlar” (Dergah Yayınları) kitabını gelişigüzel açıp okumak, edebi sürprizlere kapı açıyor. “Ufuk çizgisi ve Yunus Kâzım Köni” başlıklı yazısında, felsefe öğrenimi görmüş şairin “Ufuk Çizgisi” adlı şiir kitabı tanıtılıyor.
İçli bir edan var sarışın çocuk
Yoksa kardeş miydik, evvel zamanda.
Gözlerin güneşli ve benzin uçuk,
Bir şiir nüktesi gizli simanda.
Tanpınar’ın yazısının son paragrafındaki bir ifadeye doğrusu ilk kez rastladım: Kardeş yaşlarımız. Ne kadar güzel bir söyleyiş! Hem kardeş yakınlığını duyumsatıyor, hem kardeşliğin içtenlikle yaşandığı yaşları ve zamanı anımsatıyor ve hem de yaşlarının kardeş olacak kadar yakın oluşunu belirtiyor: Tanpınar, Yunus Kâzım’dan iki yaş büyüktür.

Türlü anlamları iki sözcüğe sığdırmasını bilen Tanpınar’ın okura adeta hediye ettiği ve bir şiir esintisi taşıyan cümle ise şu: “Çok genç bir yaşta kardeş yaşlarımızın, kadehlerimizdeki içkiden ziyade hafızalarımızda çağlayan mısralarla sarhoş olarak düştükleri masaya şimdi o, ilk şiir kitabını hiç beklemediğimiz bir zamanda bırakmış oluyor.”
313. Gün:
Her tatlı meyve acı çekirdekten ve buruk başlangıçtan doğar.