“Kartela”, Ömür İklim Demir’in 2015 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı Muhtelif Evhamlar Kitabı’nda yer alan on öyküden biri. “Kül rengi bir akşam çöküyordu Bostancı’ya” (s.48) cümlesiyle açılan öykünün ilk paragrafında mekâna dair betimlemeler yapılır. Öykünün başkişisi üniversite öğrencisi Ceren, akşam dışarı çıkacağı için yalnız yaşadığını tahmin ettiğimiz evinde hazırlanmaktadır. Caddeden gelen seslerin ardından hemen ikinci paragrafta Ceren’in sesini duyarız. “Diyorum ki Jülide, bu gece kırmızı küpelerimi takayım” (s.48) diyen Ceren, hazırlıklarını sürdürürken bir yandan da Jülide isimli biriyle konuşmaya başlar. Jülide’nin kim olduğu henüz okura açıklanmış değildir. Ceren, monolog hâlinde konuşmasına devam ederken Jülide, sessizce onu dinler, cam kenarında oturup dışarıda yürüyen ya da pencereden bakan insanları izler. Buraya kadarki sözlerinden Ceren’in dış görünüşü konusunda takıntılı olduğunu ve o akşam güzel görünmeyi her şeyden çok önemsediğini çıkarabiliriz.

Ömür İklim Demir

Öykünün giriş ve gelişme bölümlerinin tamamı bu hazırlığın detaylı olarak anlatılmasıyla ilerler. Olay örgüsünün başında banyodan çıkan Ceren, makyaj kutusunu eline alıp hangi ojeyi süreceğini düşünür. Bu esnada Jülide’ye söyledikleri ise hem Ceren’in kişiliğine dair bilgiler edinmemizi sağlar hem de Ceren’in hayatındaki önemli kişileri okura tanıtır. Bunlardan biri Ceren’in annesi, diğeri ise eski sevgilisi Deniz’dir. Bu kişilere ait izlenimler geçmişte kalan bazı anıları gün yüzüne çıkarır. Kurmaca zamanına döndüğümüzde Ceren, önceki gün Asmalımescit’te yeni bir erkekle tanıştığını ve o akşam onunla buluşacağını aktarır Jülide’ye. Jülide’nin kim olduğu ve Ceren’in sorularına neden cevap vermediği gizemini korumaktadır hâlâ. Dolayısıyla yazarın bir nevi “sürprizli” bir kurgu yarattığı ve Jülide’nin kimliğini açık etmeyerek merak hissi uyandırdığı söylenebilir. Öykünün başlarında sessizce Ceren’i dinleyen bu kişinin herhangi bir sebeple konuşma becerisini yitiren biri olduğunu düşünebiliriz. Ev arkadaşı ya da bir akraba olabilir örneğin. İkinci bir seçenek olarak da Jülide’nin Ceren’e küstüğünü ve bu yüzden onunla konuşmadığını tahmin edebiliriz. Ancak henüz net bir çıkarımda bulunmak mümkün görünmez. Yazarın kamerası bir Ceren’i, bir Jülide’yi gösterirken ikisinin bir araya geldiği anlar nadirdir ve her ikisi de kendi dünyalarına gömülmüştür.

Süreceği ojeye karar veren Ceren, odasından salona döndüğünde telefonda annesiyle konuşur. Bu konuşma, tek yönlü bir diyalog biçiminde sunulur. Ceren’in söyledikleri verilmiş, annenin konuşmaları ise üç noktalarla (“…”) okurun tahminine bırakılmıştır. Yazarın bu tekniği kullanması öykünün içeriğiyle uyum gösterir ve öyküyü tamamladığımızda bağlamına oturur. Oldukça kısa süren konuşma, Ceren’le annesinin arasının iyi olmadığını göstermeye yarar. Ceren hızlıca konuşup telefonu kapatmaya çalışmakta, annesi ise Ceren’in nasıl olduğundan çok, Ceren’in babasıyla görüşüp görüşmediğini öğrenmekle ilgilenmektedir.

Konuşma bittikten sonra Ceren, kurutma makinasını çalıştırıp saçlarını kurutmaya başlar. Makinanın gürültüsünden hoşlanmayan Jülide, balkona çıkar. Akşamın değişen renklerini balkondan izlemeyi sürdürür. Ceren, bu sırada saçını kurutmuştur; önce ne giyeceğini, ardından da hangi parfümü süreceğini düşünür. Görüldüğü gibi yazar, Ceren’in hazırlanma eylemini bir tören gibi sunmakta, her bir ayrıntıyı uzun uzadıya okura aktarmaktadır. Sonunda sırtı açık bir elbise giymeye karar veren Ceren, saçlarını toplar, makyajını yapar. Hazırlıklarının sonuna gelirken tekrar salona döner ve Jülide’ye nasıl göründüğünü sormak ister; ancak Jülide ortalarda yoktur. Tüm odalara ve balkona bakar Ceren ama onu bulamaz. Bir anda “Ya aşağıya düştüyse?” diye korkuya kapılır. Bu cümle, Jülide’nin kim olduğunu anlamamıza yarayacak bir ipucudur aslında. Ama biz de yazar gibi yapalım ve “sürpriz”i sona saklayalım.

Ceren panikten ne yapacağını şaşırmışken zil çalar. Üçüncü çalışından sonra kapıyı yarısına kadar aralayan Ceren, apartmanın otomatı söndüğü için gelenin kim olduğunu göremez; fakat “yaşlı, bakımsız, alkol kokan bir öksürük” duyar. Bu andan sonra öykünün ilerleyişi değişecek, dışarı çıkmak için hazırlanan bir kadının yaşadığı sıradan anlar yerini, korku ve paranoyanın hüküm sürdüğü, biyolojik zamanda oldukça kısa ama kişisel zamanda uzun sürüyormuş hissi veren anlara bırakacaktır. Tereddüt anından sonra kapıyı tamamen açan Ceren, “sakalları kirli, gözleri zift karası” bir erkek görür karşısında. Adamı tanıyamaz. Tam bu sırada aklından kötü kötü düşünceler geçmekte, tanımadığı, belki daha önce hiç görmediği bu adamın “nedense” kendisine zarar vereceğini düşünmektedir. Yaklaşık iki sayfa süren bu bölümde yazar, Ceren’in kapıyı açtığı andaki saniyeler içinde aklından geçen çeşitli sahneleri aktarır. Ceren karşısındaki kişinin kendisine vuracağını, kim bilir belki de saçlarından tutup sürükleyeceğini, başını duvarlara çarpacağını, yastığının altında boğacağını ve hatta ona tecavüz edeceğini geçirir aklından sırayla. Ölüm korkusunu ensesinde hisseder. Ne diyeceğini, ne tepki vereceğini bilemez. Tam bu sırada bilincin akışı sekteye uğrar ve Ceren, adamın kucağında tüylü bir şeyin kıpırdandığını fark eder. Jülide’dir işte bu: Ceren’in kedisi. Adam, balkondan atlayan kediyi bulmuş, büfecinin yönlendirmesiyle kediyi sahibine teslim etmek istemiştir. Yani “gerçekte” bu adam, Ceren’in hayatına kastedebilecek potansiyel bir tacizci ya da tecavüzcü değil, aksine belki de hayatta en çok değer verdiği varlığı ona geri getiren, iyi niyetli bir insandır.

Öykü, adamın Jülide’yi Ceren’e vermesiyle son bulur. Sonunda baştan beri kimliğini merak ettiğimiz Jülide’nin kedi olduğunu anladığımız gibi tek başına yaşayan, modern, kentli bir genç kadın olarak niteleyebileceğimiz Ceren’in nasıl bir iç dünyaya sahip olduğunu öğrenir, Ceren’in yaşadığı bu güvensizlik ve korku anlarının çağımızın gerçekleriyle nasıl örtüştüğünü de fark ederiz. Denebilir ki Ömür İklim Demir, hem içerik hem de dil bakımından 2000’lerin dünyasını anlatan bir öykü kurgulamış ve sonunu kadına yönelik şiddet sorununa bağlayarak güncel bir meseleye dikkatimizi çekmiştir. “Kartela”yı günümüzün resmini çeken bir öykü olarak nitelendirmemize neden olan unsurlara değinmeden önce öyküde atmosfer oluşturmaya yarayan ögelere biraz daha yakından bakalım.

Öykünün henüz girişinde oldukça gürültülü bir ortamla karşılaşıyoruz. Caddeden durmadan araba ve motosiklet sesleri geliyor ve ses, öykü boyunca bir leit-motif olarak tekrarlanıyor. Demir; Maserati GranTurismo, Yamaha R6, Subaru Impreza gibi araba ve motor markalarının isimlerini doğrudan vererek hem Ceren’in yaşadığı semtin sosyo-ekonomik yapısı hakkında bilgi edinmemizi sağlıyor hem de pahalı ve model araçlara sahip olma tutkusunu markalar aracılığıyla görünür kılıyor. Ayrıca bu sesler ve gürültülü ortam, hızla akan modern yaşamı da imlemekte. Yazarın araba dışında parfüm ve iç çamaşırı markalarının isimlerini kullanması da bilinçli bir tercih. Bu tercihin öykünün iletisiyle uyumlu olması ve markaların gereksiz yere kullanıldığı izlenimi yaratmaması gerekir ki, “Kartela”da da aynen böyle oluyor.

Ses dışında renkler ve kokular da öyküde sıklıkla tekrar edilen leit-motifler arasında yer alıyor. Öykü boyunca malahit yeşili, safran sarısı, şarap kızılı, camgöbeği, kobalt mavisi, falun kırmızısı vb. çok fazla renk ismine rastlıyoruz. Ceren’in giydiği kıyafetlerin, sürdüğü oje ve rujun, evinin mobilyalarının renkleri hakkında tafsilatlı bilgi veriliyor. Ömür İklim Demir, bir söyleşisinde bu öyküyü yazarken renkler ve markalar konusunda araştırma yaptığını ifade etmiş.[1] Bu sebeple “Kartela”nın tüm detayları hesaplanmış ve ince bir işçilikle “çalışılmış” bir öykü olduğunu iddia edebiliriz. Demir’in dış görünüşüne ve markalara fazlaca tutkun bir kadını oldukça canlı bir biçimde betimlemesi ve karakterine bir yaşam tarzı belirlemesi bunu kanıtlıyor.

Ceren’deki renk tutkusunun (ya da takıntısının) annesiyle de bağlantılı olduğunu şu paragraftan anlayabiliriz:

“Aynanın önündeki makyaj kutusunu karıştırmaya başladı. Ojeler tıkırdadı. Kobalt mavisi mi? Falun kırmızısı mı? Aslında siyah da olur. Şimdi annesi olsa yine her zamanki gibi vişneçürüğünü seçmesini isterdi. Zaten annesi, vişne hariç her şeyde bu renge bayılırdı; evindeki koltuklar, kışlık perdeler, halılar, yemek takımları hep vişneçürüğüydü. Arabaları, ayakkabıları, çantaları da öyleydi. Hatta saçı bile!” (s. 49)

Daha önce değindiğim gibi Ceren’in annesiyle arasının iyi olmadığını telefon konuşması aracılığıyla bize sezdirmişti yazar. Ceren’in “Vardı evet. Aynı kadın mı, bilmiyorum” (s. 51) demesiyle babanın hayatında başka bir kadın olduğunu da öğrenmiştik. Demek ki Ceren, parçalanmış bir ailenin çocuğu. Annesi ve babasıyla sağlıklı bir iletişim kuramayan Ceren, sürekli birileriyle flört etse de yalnız bir kadındır. Ceren’in unutamadığı sevgilisi Deniz’e dair anılar da renk, koku ya da sesler vasıtasıyla sıkça canlanır öyküde. Özellikle kokuların geçmişle ilgili anıları canlandırmada uyarıcı etkileri olduğu biliniyor. Aynanın önünde parfüm şişelerini gözden geçiren Ceren geçmişe gider:

“Peki Prada Candy? Hayır. O şişeyi ne zaman görse, aklına Deniz’in “Yine şu şekerli şeyden sıkmışsın” demesi geliyordu. Şu şekerli şey… En azından şekerli olduğunu bilmişti.” (s. 53)

Deniz’le ilgili bilgilerimiz sınırlı olsa da bu tarz cümleler aracılığıyla Ceren’in onu geride bırakamadığını anlarız.

Demir, Didem Madak’ın Ah’lar Ağacı kitabında bulunan “Müsveddeler” şiirinde geçen “Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan. / Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım, / Yıldızlı bir gecenin” dizelerini epigraf olarak kullanmıştır öyküsünde. Ceren’in de Madak’ın şiir öznesi gibi yalnızlıktan sıkıldığı için oje sürdüğü çok açıktır. Eğer ölürse onu kimsenin hatırlamayacağını bile söyler. Belki annesi ve Jülide. Hepi topu iki canlı.

Süreyya Su, Birikim’de yayımlanan “Selfie: Narsisizm Kültürünün Bir Semptomu”[2] başlıklı yazısında içinde yaşadığımız kültürü “narsisizm kültürü” olarak niteler. Amerikalı sosyolog Christopher Lash, 1970’lerin sonlarında tüketim toplumunun ürettiği yeni kültürü tanımlamak için kullanmıştır bu ifadeyi. Tüketime yönelen ve bireysel çıkarını her şeyden üstün tutan günümüz insanı, sürekli olarak kendi “ben”iyle ilgilenir ve bu yüzden sudaki yansımasına âşık olan Narkissos gibi suretine hayran olur. Dolayısıyla narsisizm, sosyolojik bir semptom hâline gelmiş ve toplumsal ilişkileri yöneten bir değer olarak konumlanmıştır. “Kartela” öyküsünü narsisizm kültürünün bir yansıması biçiminde okumak mümkün. Ceren henüz öykünün başında “Sırtımı güzel bulanlar oluyor, biliyor musun Jülide?” (s. 48) diye sormuştur. Benlik tanımını fiziksel görünüşü üzerinden kurmaktadır. Başkaları tarafından beğenilmek ve arzulanmak hayatının yegâne amacı hâline gelmiştir. Ölümünü düşünürken bile “Genç ama çirkin öleceğim,” diye geçirir aklından.

Geleneksel medya, sosyal medya ve reklamlar da beğenilme arzusunu sürekli diri tutmakta, imajı her şeyin önüne koymaktadır. Bu sebeple Demir, kadın dergilerinde kullanılan bazı cümleleri kolaj tekniğiyle öyküye yerleştirir. Neredeyse bir slogan gibi zihne kazınan dört kolaj örneğinden birini paylaşalım:

“Dağınık topuz: Özgür, seksi, dinamik!”

Harper’s Bazaar, mart sayısı (s. 54).

Varoluşçu feministlere göre kadınlar, kendi kimliklerini bir nesne olarak görmeye hazır olduklarında, kendi fiziksel benliklerine, bedenlerine ve buna bağlı olarak da bedenlerini erkeklerin güzellik anlayışına uydurmaya saplantılı bir ilgi gösterirler. Bu sebeple varoluşçu feministlerin büyük bir kısmı kozmetik ve moda sektörüne karşı yoğun eleştirilerde bulunur.[3] İşte “Kartela” öyküsünde kendine sıkça yer bulan bu iki sektöre ait ögeler, kadını “nesne”leştiren ve –felsefî bir ifadeyle söylersek– onu kendi “öteki”liği içine hapseden unsurlar olarak düşünülmelidir. Nitekim Ceren, sıklıkla Ferruh’la buluşacağı için süslendiğini söyler. Yani olay örgüsü boyunca verilen onca uğraş, kendisi için değil, Ferruh içindir. Halbuki Ferruh’la daha yeni tanışmıştır, hatta ismiyle bile dalga geçer: “Adı Ferruh’muş kızım! İsme bak. Dedesinin adı mıymış neymiş…” (s. 50). Üstelik Ferruh’un hangi bölümde okuduğunu bile hatırlayamaz.

Öyküde Facebook ve Twitter gibi sosyal medya uygulamalarıyla ilgili unsurlara da rastlamaktayız. İşte bu paylaşımlar “Kartela”yı tam bir 2010’lar öyküsü hâline getiriyor. Hayati değeri olan birçok güncel meselenin sosyal medyadan ifade edildiği bu çağda, yaşamımızın merkezinde yer alan sosyal medya uygulamalarının öykülere sızması kaçınılmaz hâle geliyor. Nitekim Ceren, Ferruh’u Facebook’tan arkadaşı olarak ekliyor, Twitter’da #MineyeCanVer etiketli bir paylaşımı kendi arkadaşlarıyla paylaşıyor.

“Kartela”nın bugünlerin öyküsü olduğuna başka bir delil de daha önce bahsettiğim gibi kadına yönelik şiddete atıfta bulunması. Son yıllara ait rakamların da görünür kıldığı üzere, sıklıkla psikolojik ya da fiziksel şiddet gören ya da öldürülen kadınların tanımadıkları erkeklere kuşku ve güvensizlikle yaklaşmaları normal bir durum hâline gelmeye başladı. Dolayısıyla, Ceren yalnız başına yaşayan bir kadın olarak kapısına gelen bir erkeğe hiç düşünmeden şüpheyle yaklaştı ve onu tehdit unsuru olarak gördü. Belki de televizyonda, sosyal medyada şahit olduğu haberler bir anda zihnine hücum etti ve korku “kartela”sından kendine uygun düşebilecek çeşitli seçenekleri belirledi. “Ardımdan gazeteler, üçüncü sayfadaki haber için Facebook’tan güzel bir resmimi alır,” (s. 57) diye düşünmesi de zamanın gerçeğine denk düşer. Son yıllarda öldürülen pek çok kadının fotoğrafları sosyal medyada paylaşılmıştır. Dolayısıyla daha önce Ceren’in “paranoya”ları olarak nitelediğim evhamları, gerçeklik kazanma ihtimali son derece yüksek korku ve endişelerdir. Öykünün sonunda bu hisler, yerini rahatlamaya bıraktığında Ceren’in adamın dış görünüşüyle ilgili ilk yargıları da değişime uğrayacak, başlangıçta “kirli sakallı, yaşlı, nefesi alkol kokan” adam, “gözleri kömür karası, dişleri bembeyaz” diye tarif edilecektir.

Öyküye biraz da Jülide’nin gözünden bakacak olursak, Jülide’nin niye kendini balkondan aşağı attığını (belki de düştüğünü) sorgulayabiliriz. Ceren’in kendine dönük bir insan olduğunu ve onunla gerçek bir diyalog kurma amacı gütmediğini sezermişçesine Jülide’nin Ceren’in konuşmasını pek dinlemediğini görüyoruz öykü boyunca. Ceren’in hazırlanma telaşına karşı Jülide telaşsız, gündelik hayatın sıradanlığına ve keyfiliğine dalıp gitmiş bir hâlde hareket ediyor.

Jülide’nin kedi olduğunu hemen anlayamıyoruz demiştik. Bu bilgiye vakıf olarak öyküyü ikinci okuyuşumuzda hemen öykünün başlarında geçen kimi sözler, okurda ufak ipuçlarını kaçırdığı hissi yaratıyor. Örneğin topuklu ayakkabı giymenin ıstırabından bahseden Ceren, Jülide’ye hitaben “Bildiğin ıstırap oldular, daha da giymem onları. Ne güzel, senin öyle dertlerin yok” (s. 50) diyor.

Öyküde anlatımın doğallığını sekteye uğratan kimi bölümlerden söz etmek mümkün. Örneğin anlatıcının değil, yazarın sesini duyduğumuz şu kısım: “Öyle dertler… Bir de böyle dertler ve şöyle dertler olmalıydı. Derdin yokluğu bile çeşit çeşitti demek?” (s. 50). Burası Jülide’nin iç sesi olarak aktarılmış; ancak Jülide’den çok, yazara aitmiş gibi tınlıyor bu cümleler. Demir’in birkaç yerde de her şeyi bilen anlatıcı olarak devreye girdiğini görüyoruz. Ceren’in “kendisine göre birkaç, aslen on yedi dakika boyunca” alt dudağını kemirerek salondan gelen araba seslerini dinlediğini ifade ediyor. Okuruyla “oyun” oynamak isteyen muzip bir yazar tavrı takınıyor burada belki de Demir.

Yakın bir tarihte on yedinci baskıya ulaşan ve çeşitli ödüller kazanan Muhtelif Evhamlar Kitabı, okurdan büyük bir ilgi görüyor. Kitaptaki tüm öykülerde yalnızlıktan muzdarip insanların türlü evhamlarını merkeze alan Demir, “Kartela”da gündelik hayatın hayhuyunda kendini bulmaya çalışan bir kadının yaşadıklarından yola çıkarak günümüz insanının güvensizliğini ve korkularını görünür kılıyor. Öykünün içeriğiyle uyumlu bir dil ve anlatım tarzı belirleyerek günümüz öykücülüğünün pek de “günümüzde” geçmediğine yönelik eleştirileri bertaraf etmiş oluyor. Ve şu soru kalıyor geriye ister istemez: Büyük kentlerde yaşayan insan yığınları olarak birbirimize güvenmeyi ve inanmayı ne zaman unuttuk sahi?

Sibel Yılmaz

Alıntılar, “Muhtelif Evhamlar Kitabı”nın 2. Baskısından (2016) yapılmıştır.


[1] Söyleşinin linki.

[2] Yazının linki.

[3] Ayrıntılı bilgi için bak.: Josephine Donovan, Feminist Teori (11. Baskı), İletişim Yayınları, İstanbul, 2016.