George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” adlı romanı Timaş Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabı, çevirmeni İrem Uzunhasanoğlu ile konuştuk.

İrem Uzunhasanoğlu

“Hayvan Çiftliği”ni çevirmeye nasıl karar verdiniz?

Çoğunlukla yayınevleri çevirmene ulaşır ve yayın programları dahilindeki metinlerin çevrilmesini teklif eder. Bazen de çevirmen kendi keşfi olan bir metni yayınevine götürür ve beraber bir yola çıkılır. Metin daha önce dilimize hiç çevrilmemiş olabileceği gibi farklı yayınevlerinde farklı çevirileri/edisyonları olan bir kitap da olabilir. George Orwell’ın durumu biraz farklıydı. Senelerce tek bir yayınevinin (ve önemli bir çevirmenimizin) özelindeyken, teliflerinin serbest kalmasıyla birlikte birçok yayıncı kolları sıvadı. Telifin serbest kalması demek, farklı çevirmenlerin ellerinden çıkmış, farklı kapak tasarımları ve fiyat etiketlerine sahip onlarca George Orwell’ımız olacak anlamına geliyordu. Aşağı yukarı aynı ay içerisinde bir sürü Orwell baskısı raflardaki yerini alacak ve seçici kurul okur olacaktı ki bu da aslında riskli bir durumdu. Kimi edisyonlar göklere çıkarılacak kimileri de eleştirilere maruz kalacaktı. Bu rekabetin içine gözüm kapalı girmek için tek bir geçerli sebebim vardı; o da Hayvan Çiftliği metniyle kurduğum duygusal bağ. Aynı zamanda eğitmen de olduğum için senelerce bu romanı sınıflarımda okutmuştum. Rus devrim tarihini uzun uzun tartışıyor, kitabın kahramanlarını, olay örgüsünü, mekanını, zamanını, anlatıcısını ve tüm diğer kurmaca unsurlarını hallaç pamuğu gibi çalışıyor, üzerine final projeleri hazırlıyor, belgeseller, filmler seyrediyorduk. Metinle o kadar haşır neşir olunca insan ister istemez ezberliyor da… Benim bu Orwell bolluğu ve bereketi içine balıklama atlamamın yegâne sebebi Hayvan Çiftliği’ne karşı hissettiğim duygusal bağdı. Birkaç yayınevinden birden aynı anda hem Hayvan Çiftliği hem de 1984 teklifi geldi. Büyük Birader’i bir kenara koydum ve Hayvan Çiftliği’ni kabul ettim. Yayınevlerinden gelen teklifleri değerlendirirken de birlikte çalışmayı sevdiğim, titizliğine ve işine güvendiğim editör Ayşe Tuba Ayman’ın teklifini tercih ettim. Diğer çevirilerde olduğu gibi prestijli metin, maddi kaygı, satış rakamı hiç gözetmeden sadece çeviri külliyatımda olmasını istediğim için çevirdim. En çok sevdiğim çevirilerimden biri oldu.

Çevirmen olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz? Ne tür kitaplar çeviriyorsunuz? Yazarlara sorulur, biz de çevirmen olarak size soralım: Bir çeviri rutininiz var mı?

Çevirmenlik benim ikincil mesleğim. Roman yazmak her zaman hayatımın birinci sırasında oturduğu için çevirilerimi de o döngüye göre ayarlıyorum/ kabul ediyorum ya da etmiyorum. Sadece bu işi yapan meslektaşlarım aynı anda birkaç çeviri yapıyor ya da daha hızlı çalışıp arka arkaya birden fazla çeviri metin teslim edebiliyor. Benim durumumda böyle bir hız ve skor denemesi yok. Roman çalışmalarım hafiflediğinde, romanıma ara verip demlenmeye bıraktığımda ya da yayınevime teslim ettiğimde çeviri kabul ediyorum. Çeviriyi aldığım anda da sadece ona odaklanıyor ve teslim edene kadar başka iş almıyorum. Disiplinli çalışırım, kitabın sayfa sayısını günlere bölerim ve o sayfa hedefim bitmeden masadan kalkmam, aşağı yukarı 30-45 gün arasında teslim edebiliyorum. Ne tür kitaplar çevirdiğim duruma göre, gelen tekliflere göre değişiyor. Eğer hiç çevrilmemiş modern bir metinse önce okuyup, alıp almamaya öyle karar veriyorum. Mesela Hindistanlı bir yazarın Booker’a da aday olan bir romanını Guardian’da çıkan eleştirileri okuduktan sonra kabul etmiştim. En son iklim değişikliği üzerine kurgu-dışı bir kitap çevirdim ki “farkında olmadan” mesafeli durduğum bir konuya ısınmamı sağladı. Ondan önce ilgi alanım olan William Shakespeare’in iki oyununu çevirdim. Bir de külliyatımın gözbebeği olan Virginia Woolf’um var. Bunların her biri anlam dünyama farklı katkılarda bulunan çok özel, güzel ve özgün yolculuklardı.

“Hayvan Çiftliği”nin çevirisine gelelim. Nasıl bir süreçti, ne kadar sürdü, ne gibi zorluklarla karşılaştınız?

Hayvan Çiftliği ilk bakışta basit cümle yapılarına sahip ve zorlayıcı olmayan sözcüklerle bezenmiş kısa bir metindi. Metnin başlığının altında yer alan “bu bir masaldır” ifadesi okurun gözünde hafifletici bir etkiye sebep olabiliyor fakat bunun altında yatan bir tuzak var. Metnin derinliği alt katmanlarda gizli ve bu farkındalık da ancak sözcük seçimleriyle ve sentaksın doğru kurulmasıyla ortaya çıkıyor. Metnin alegorik yapısını bozmadan çevirmek, masalın melodisini bozmamak, aynı zamanda da yazar olarak kendi üslubumu katmam gerekiyordu. Kahramanların her birinin isminde bir kelime oyunu gizliydi. Bunları Türkçeleştirmek konusunu editörümle mütalaa ettik. Ben çevirinin yerelleştirilmesinden çok dipnot kullanma taraftarı bir çevirmenim. Satır aralarında Rus Devrim tarihinin birebir alegorisinin yapıldığı, katmanlı okumalarda her bir karakter/nesnenin tarihi bir kişiyi/kurumu temsil ettiği bir masalı yeniden yazdım. Bunları yaparken etkilenmemek için piyasadaki hiçbir çeviriye de bakmadım. Bir ay gibi bir sürede son kontrollerini yapıp teslim ettim. Keyifli bir süreçti.

Çevirmeden önce okuduğunuz, sevdiğiniz, aşina olduğunuz bir yazar mıydı George Orwell? Yoksa çevirmeye karar verdikten sonra mı tanıdınız?

Bu sorunun cevabını aslında birinci soruda anlattım. Soruyu şöyle dönüştürmek isterim. Bazı çevirilerimde yazarı tanımadan başlıyorum. Amerikalı öykücü Spencer Holst’u çevirdikten sonra sevmiştim. Meğerse ülkemizde sıkı fanları varmış. Çevrilsin diye bekliyorlarmış. Bana ulaştılar. Onların yüksek beklentileri ve heyecanı bana geçti.

Yine Timaş için çevirdiğim iki Hindistanlı yazar Neel Mukherjee ve Amitav Ghosh okuduğum yazarlar değildi. Çeviri bittikten sonra Mukherjee’yle e-posta üzerinden sohbet ettik. Ghosh daha önce Türkiye’ye konuk olarak gelmişti, onu dinlemeye gitmiştim ama modern metinler olduğu için çevirileri ülkemize geç ulaşabiliyor.

Bunların haricindeki çevirilerim Virginia Woolf ve William Shakespeare tabii ki okuduğum, sevdiğim, hayatımın yapı taşlarını kurmuş olan yazarlardı ve metinler bilinçli seçilmişti.

George Orwell orijinal dilinde nasıl bir yazar sizce? Dil kullanımı, üslubu, öne çıkan özellikleri neler?

Orwell politik bir yazar. Dil kullanımından ziyade totaliter rejimlere karşı getirdiği eleştirilerini kurmacaya ve roman diline yedirmesiyle ünlü. Katalonya’ya Selam, Aspidistra, 1984 ve Hayvan Çiftliği metinleri seneler önce yazılmış olmasına rağmen halen herhangi bir totaliter rejime doğru pencereden eleştiri getirebilme gücüne sahip. 2022 senesinde totaliter ya da baskıcı bir rejimle yönetilen herhangi bir ülkenin herhangi bir vatandaşı çıkıp “Bu anlatılan bizim yaşadığımıza ne kadar da benziyor,” diyebiliyor. Orwell iyi bir sosyalist olarak sosyalizmi eleştirdiği için İngiliz entelijansiyası tarafından dışlanıyor. Hindistan’da kaldığı dönemde sömürgecinin kötücüllüğünü görebildiği için ülkesinin yayıncılarından veto yiyor. Oysa yazar içinde bulunduğu durumu en iyi gözlemleyen ve sadece muhalif olduğu partiye değil, ait olduğu gruba da eleştiri getirebilen olmalıdır. Orwell’ı salt bu özelliğinden dolayı seviyorum.

Alegorinin gücünü, metaforları iyi kullanan bir yazar ve özellikle de masalsı/hayali/distopik mekân kurmadaki başarısı yadsınamaz. En nihayetinde çağdaşı Huxley’le birlikte kendinden sonra gelen birçok yazara öncülük etmiş ve Çağdaş Distopya Edebiyatı’na çok büyük katkıda bulunmuştur.

Çevirmen olarak kitapta sizi özellikle çok etkileyen bir bölüm var mı? Varsa hangisi ya da hangileri?

En son paragraf en sevdiğim bölümüdür.

“On iki ses birden öfkeyle bağırıyordu ve hepsi de birbirine benziyordu. Domuzların yüzlerine ne olduğunu sorgulamaya artık gerek kalmamıştı. Dışarıdaki hayvanlar bir domuzlara bir insanlara baktı, sonra yeniden bir insanlara bir domuzlara baktı, artık onları birbirinden ayırt etmek imkansızdı.”

Bu son sahne aslında 1943’teki Tahran Konferansı’nın alegorisidir zira şu an, günümüz koşullarında baktığımızda ideolojilerin nasıl da birbiri içine karıştığını ve anlamsızlaştığını görmüyor muyuz? İşte Orwell’ın gücü burada yatıyor.