13.Nisan.22

Bu şehre bahar gelmiyor bir türlü. Bu şehri artık sevmiyorum. Bu şehri uzun süredir sevmediğimi yeni fark ettim daha. Oysa buraya çarpışa çarpışa [kendimle bile çarpışarak] gelmiştim. Bilerek, isteyerek. Şehirlerin de bir miadı var, Ankara’nın miadı doldu benim için.

Başka şehirlere, baharın salına salına geldiği yeni şehirlere gitme zamanı geldi galiba. Hayatın daha renkli olduğu, başka kokuları olan, kışların kısa geçtiği yerlere göçme vakti…

14.Nisan.22

Bugün çok sevdiğim bir dostumun doğum günü. Birlikte büyüdük onunla. Ne yaşadıysa birimiz, diğerine anlattı. Diğeri onu anladı. Hiç olmazsa gerçekten dinledi, bazen anlayamasa bile… Uzakta olsak da hep bir aradaydık sanki. Uzun uzun konuşurduk, dünyayı el yordamıyla tanımaya çalışırdık daha gençken. Artık eskisi kadar görüşemesek de onu düşünmediğim, aklımdan geçirmediğim gün yok gibidir. Nesli tükenmekte olan bir dostluk bizimkisi.

Yaşlandığımızda kocamış bir zeytinin gölgesine çökeceğiz, konuşacağız yine. Kimbilir neler konuşacağız. Sadece bu sahneyi yaşamak için bile olsa yaşamak istiyorum, yaşlanmak deyince aklıma ilk gelenlerden biri bu: Bir ihtiyarlık hayali, bir yaşlılık düşü.

“Olma ihtimali olanların tarihini” anlatmaya cüret eden, eğlenceli bir roman Dünyanın Orta Yeri. “Eğlencesi” olay akışında olduğu kadar dilinin inceliği ve yetkinliğinde tabii. Aynı zamanda hikâye anlatma sanatı üzerine de düşündürüyor.

15.Nisan.22

Bir Hakan Günday & Onur Saylak projesi olan Uysallar’ı izledim. Doğrusu, öncesinde o kadar kötü yorumlar görmüştüm ki… Belki de bu nedenle, beklentimi düşük tutarak izlemeye başladığım için, çok da kötü bulmadım bu yapımı. Netflix’in daha önceki Türk dizilerinde olan sorun burada da var elbette: Bazı tipler karton kalmış. Senarist ve yönetmen meramlarını çok doğrudan [gözümüzü çıkaracak denli] anlatmışlar, hikâye sarkıyor sünüyor, vesaire. Yine de sıkılmadan izledim.

Gıcık olmadığım tek karakter küçük Ece oldu. Dizinin sunduğu dünyada ümit kırıntısı taşıyan tek şey Ece karakteri. Tek, başka yok.

Moloz dahil.

16.Nisan.22

Tuncay Birkan, K24’te yayınlanan “Türkçenin deneme tarihi yazılabilir mi?” adlı yazısında şöyle soruyordu: “Şair Dağlarca’nın Daha üstbaşlıklı aforizma-deneme arası metinleriyle ilgilenecek biri çıkacak mı?”

Birkan’ın yazısından iki yıl sonra, 2018’de o beklenen “biri” çıkmış ve Dağlarca’nın bahsi geçen düzyazı metinlerini yayına hazırlamış: “Karşıdüşünce”

Oysa Dağlarca hakkında en bilinen şeylerden biri şiirlerinin hiçbir antolojiye girmesine izin vermemesiyse diğeri de düzyazıya uzak durduğudur. Kazın ayağının öyle olmadığını Erol Gökşen’in yayına hazırladığı kitaptan anlıyoruz.

Birkan’ın sorusunda belirttiği üzere, Dağlarca “Daha” adlı köşesinde her Pazartesi bir yazı yayımlar. Vatan Gazetesi’nin üçüncü sayfasında yer alan bu yazılar 1961-62 tarihlidir. Yazı diyoruz ama Erol Gökşen’in “Karşıdüşünce”nin sunuş yazısında belirttiği üzere, bu metinlere aforizma demek yersiz olmayacaktır.

Aforizma, doğası gereği bir öz-anlatım, bir özlü-anlatım modelidir zaten. Dağlarca da bunu yapıyor. Her hafta bir konu, bir kavram ya da olay çevresinde yazdığı ortalama 10-15 aforizmayla yazısını çatıyor. Dolayısıyla cımbızla seçip alıntılayacağımız birkaç aforizma, bağlamından kopacağı için yapayalnız görünebilir ama yine de çok sevdiğim birkaçını yazacağım:

“Olay” başlıklı yazıdan (13 Mart 1961):

Ta Afrika’daki adam karısını öldürse, ta Çin’deki çocuk içindedir bu olayın. Olaylarda bir yeryüzü genelliği vardır.

*

Sabahları erkenden neden gazetelere sarılırız? Gece neler yaptığımızı bilmek için.

*

Bir elma dalından düşse, biraz daha kızarsa bir üzüm, sen de, ben de, öteki de kıpırdamışızdır. Biz düşünürken elmanın, üzümün titrediği gibi. Çünkü genel olayın, doğanın içindeyiz hep.

*

Olaylar bizi çepçevre sarmıştırlar. Ne yana baksak oradadır olay. Kaçıp gitsek bile yeryüzünden, doğadan, bu da bir olaydır.

Dağlarca keşke daha çok yazsaymış bu yazılardan, belki biraz daha uzun yazardı zamanla. Fikri değişirdi, düzyazıya ısınırdı belki yazdıkça.

“Konuşmamak” başlıklı yazısında (20 Kasım 1961), şöyle diyor şair: “İki kişi konuşmaz: Biri hiç düşünmeyen, biri çok düşünen.”

Yine aynı yazıdan bir aforizmasıyla eyvallahımızı çekelim, bu faslı şimdilik kapatalım:

Konuşurken ister istemez bir “oyun” içindedir kişi. Gelen sözü bir “top” karşılar gibi “karşılar.” Gönderir boşluğuna karşısındakinin. Karşısındaki de öyle yapar. Böylece sözün oyunu bize istediklerimizi değil, istemediklerimizi de söyletir.

Toplum üzerine, “şeyler” üzerine, uzaya çıkmak ya da gözlük üzerine, yasalar ve yasaklar ve adalet üzerine, sömürmek-sömürülmek üzerine, ağız üzerine, sayılar üzerine, barış ve kavga üzerine, ırkçılık üzerine, çarşı pazar üzerine, eşek üzerine Dağlarca’nın gözüyle düşünmek için eşsiz bir fırsat sunuyor Karşıdüşünce. Erol Gökşen iyi ki derleyip toplamış bu yazıları.

***

Yazamayan Yazarın Günlüğü’nden

Mutfak masalarında defter kalemle, çekyat üstlerinde kucağımda bilgisayarla onlarca öykü yazdım. Kendime ait odayı bırakın, masam bile yoktu. Yıllarca böyle çalıştım. Şimdi kendime ait geniş bir odam var, çok iyi ışık alıyor. Masam da çok geniş. Son model bilgisayarım, konforlu koltuğum… Her şey tamam, hiçbir eksiğim yok. Yıllardır kutularda bekleyen kitaplarım da yekpare biçimde yanımda, yeni aldığım şık kitaplıkta, tam arkamdalar.

Ve fakat yazamıyorum artık. Ekranla birbirimize bakıp duruyoruz.

17.Nisan.22

Ketebe Yayınları’nın “Yeryüzü Şiirleri” dizisinden çıkan, Miray Çakıroğlu’nun çevirdiği Bayram Düğünleri enteresan şair Philip Larkin’i tanımak için iyi bir fırsat sunuyor. Miray Çakıroğlu’nun “Larkin’in Kapıları” başlıklı yazısı da çok yardımcı oluyor okura. Böylece Larkin’i ve şiirini biraz daha yakından tanıma şansı buluyoruz.

“Okuma Alışkanlıklarının Bir İncelemesi” adlı şiirinin sonunu şöyle bağlıyor Larkin:

“Pek okumuyorum şimdi: herif
Kızı hüsrana uğratan,
Kahraman gelmeden önce, çatlak
Sarı benizli dükkân işletmecisi,
Hepsi çok tanıdık. Kafayı çek daha iyi:
Kitaplar bir kamyon saçmalık.”

Haksız sayılmaz doğrusu, kitaplar gerçekten de bir ton saçmalıkla dolu.

18.Nisan.22

Eskiden ilkokullarda “belirli günler ve haftalar” vardı. O günlerde yapılan ve öğrenciler için işkenceden başka bir şey olmayan törenlerde söze şöyle başlanırdı: “Günün anlam ve önemine binaen…”

Günün anlam ve önemine binaen, Dağlarca’nın Karşıdüşünce’sinden son alıntı. 26 Mart 1962 tarihli “Sofra” başlıklı yazısından:

“Kimin sofrası büyükse onun, sofrasını çaldığı biri vardır. Ama kimin sofrası çok büyükse onun, sofrasını çaldığı bir toplum vardır.”

19.Nisan.22

Bugün bir arkadaşımı, gıyabında başka bir arkadaşıma takdim [tarif?] ederken, “Yazar o da,” dedim, sonra hemen ekledim: “İyi okurdur.” Çünkü iyi okurluk, yazarlıktan üstün bir payedir ve pek çok yazar iyi okurluk rütbesinden yoksundur.

20.Nisan.22

Neredeyse üç ay oldu son Dünlüğü yayınlayalı [sanırım artık “yayımlamak” fiilinin yanlış kullanımında karar kıldım]. Bundan sonra, ölmez de sağ kalırsak tabii, ayda bir yazmaya, yayınlamaya çalışacağım.

***

Bir gün gelecek pat diye ölüp gideceğiz. Ya da uzun hastalıkların, tedaviden ziyade bizi daha da hasta eden hastane günlerimizin, huzur vermekten uzak huzur evi günlerimizin sonunda yavaş yavaş [ama o da bir yerde pat! diye aslında] öleceğiz. Her şey yarım kalacak. Okunacak kitaplar, izlenecek filmler, sevmeler sevilmeler, dost buluşmaları, rakı sofraları, uzun ya da kısa vadeli planlar, ev taksitleri, seyahatler, tatil planları, sosyal medya hesapları, e-mail şifreleri, banka hesapları, tapular, söylemek isteyip de söyleyemediklerimiz, yapmak isteyip de bir türlü cesaret edemediklerimiz… Hepsi öylece ortada kalacak. Yazılarımız, resimlerimiz, kitaplarımız, eşyalarımız, kedimiz köpeğimiz, tarladaki mahsulümüz öylece kalacak, biz gitmiş olacağız. İş yerindeki bilgisayarımızda sakladığımız yarım kalmış öykülerimizden, roman taslaklarımızdan kimsenin haberi olmayacak. Bütün gevezeliklerimiz, konuşmalarımız, susmalarımız, mektuplarımız, yazışmalarımız öylece kalacak geride, kaybolacak. Pişmanlıklarımızın, sevinçlerimizin, üzüntülerimizin, kederlerimizin hiçbir hükmü kalmayacak artık. Birkaç gün üzülecek iş arkadaşlarımız, iyi anacaklar elbette. Ama o kadar. Ailemizin, sevgilimizin, dostlarımızın, çocuklarımızın yası biraz daha geniş kalçalı olacak. Biraz daha uzun sürecek ama bir gün gelecek onların yası da sönüp gidecek. Evimizdeki eşyalarımızın, kitaplarımızın bir kısmını kendilerine alacaklar, bir kısmını satacaklar, bir kısmını atacaklar. Belki yıllardır özenle biriktirdiğimiz, üzerine titrediğimiz pul ya da para koleksiyonumuz çöpü boylayacak. Kağıt toplayıcılarının gözünden kaçarsa uçup gidecek rüzgarda, kediler köpekler üstüne işeyecek çöpe atılan mektuplarımızın, defterlerimizin…

Arada sırada hatırlanacağız elbette. Eğer iyi bir şeyler yapmışsak, bu dünyaya bir şey bırakmışsak onlar vesile olacak hatırlanmamıza. Ama o kadar. Yıllar geçecek, kemiklerimiz kırılacak toprağın altında, vücudumuzdan eser kalmayacak. Kelimenin tam anlamıyla yok olup gideceğiz. Mezarımızdaki toprak çökecek, yılların güneşine yağmuruna dayanamayacak sonunda. Çoluk çocuğumuz varsa arada sırada mezarımıza gelecekler, mezarın toprağının çöktüğünü görecekler. Kabristandaki görevlinin eline üç beş kuruş sıkıştıracaklar, gereğini yapsın diye. Mezar taşımız bile solacak bir gün, tabii eğer bir mezar taşımız olmuşsa.

Ölüm, her şeyin yarım kalması. Bizim ölümümüzün özeti bu olacak. Oysa hayat gürül gürül akmaya devam edecek. Herkes her şeyi yeni baştan, sanki ilk defa oluyormuş gibi yaşayacak. Üzülecekler, sevinecekler, evlenecekler, boşanacaklar, okuyacaklar, yazacaklar, çalışacaklar, emekli olacaklar, sevecekler, nefret edecekler. Yeğenlerini, torunlarını, belki torunlarının çocuklarını bile görecekler ama sonunda onlar da ölecek. Oysa hayat hiç durma akmaya devam edecek.

Korkunç bir şey bu. Çok da güzel.

Onur Çalı

Resim: Ayvalık’ta Zeytinlik (Şeref Akdik, 1961)