İsveçli yazar Alex Schulman, 1976 doğumlu ve bugüne kadar dört otobiyografik kitap yayımladı. Bu kitaplarıyla ülkesinde çok satanlar arasına girdiyse de iki yıl önce yayımladığı beşinci kitabı Hayatta Kalanlar, kendisinin dünya çapında tanınmasını sağladı. Kitap kısa sürede büyük ilgi topladı ve yayın hakları otuz üç ülkeye satıldı. Biz de geçtiğimiz Ocak ayında Zeynep Tamer’in İsveççe aslından yaptığı çeviriyle kendisini tanıma imkânı bulduk. Timaş Yayınları etiketi ile basılan bu roman, yetişkin üç kardeşin çocukluklarındaki aile travmalarını ve bunların hayatlarında yıllarca devam eden etkilerini irdeliyor.

Çoktandır birbirinden kopuk olan üç kardeş –Nils, Benjamin ve Pierre– şimdilerde yirmili yaşlarının sonunda ve otuzlarının başındalar. Oysa bir zamanlar çocuktu hepsi. Anne ve babalarıyla sürdükleri bir hayat vardı. Böyle anlatınca mutlu bir aile tablosundan bahsedeceğim zannedilebilir. Dışarıdan sağlam bir kabuk gibi görünen fakat içerde paramparça durumdaki beş kişilik bir aile romanın odağında. Tam da Tolstoy’un “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” sözündeki gibi. Yazar romanda geçmişe dönerek sık sık anne-baba ve çocukların hayatlarına odaklanıyor bu yüzden. Bunu, peş peşe bölümlerde bir geçmişe giderek bir şimdiye gelerek yapıyor. Geçmişe gidilen bölümlerin ilkinde Pierre yedi, Benjamin dokuz ve Nils on üç yaşında. Roman ilerledikçe geçmiş bölümler de günümüze doğru ilerliyor ve aradan neredeyse yirmi yıl geçiyor. Çocuklar büyüyor, bu sırada birbirlerinden kopuyor ve farklı hayatlar sürüyorlar. Senelerdir birbirlerini görmeyen kardeşleri bir araya getiren sebep ise annelerinin ölümü. Şimdiki ânı okuduğumuz bölümlerde bu üç kardeşin, annelerinin ölümünün ardından mecburen bir araya gelişlerini görüyoruz. Annelerinin bıraktığı mektupla sarsılan bu üç erkek, geçmişte yaşananlara belki de ilk ve son kez odaklanarak hesaplaşıyorlar. Hem geçmişle hem birbirleriyle… Çocukken yaşadıkları hakkında o güne kadar hiç sormadıkları “Neden?”leri soruyorlar. Neden o an yanımda yoktun? Neden bana yardım etmedin? Neden olanlara seyirci kaldın? Bu soruları yalnız birbirlerine sorabilirler seneler sonra çünkü şu an ne babaları hayatta ne de anneleri. Onlara yol gösterebilecek sadece bir mektup var ellerinde. Anneleri, küllerinin yazlık evin oradaki göle dökülmesini istiyor. Mecbur kalıyorlar oraya gitmeye fakat yaşanan o olaydan dolayı yıllardır adım atmadıkları o yazlık eve gitmek öyle kolay değil. Travmatik bir sürü olayla dolu ev, onları minicik çocuk hallerine döndürüyor yeniden.
Roman boyunca anne ve babanın tutarsız tavırlarına şahit oluyoruz sürekli. Onlu yaşlardaki çocuklarına eşit davranmayan, kardeşlerin arasındaki dengeyi bulmayan ve hatta bir çift olarak çoğu zaman kendi içlerinde bir denge tutturmakta da zorlanan bireyler anneyle baba. Çocuklarına cezayla eğitim vermeye çalışıyor çoğu zaman anne. Baba da zaman zaman öyle. Çoğunlukla ikisi de kendisiyle meşgul, bu yüzden çocuklar öz bakımdan bile mahrum bazı zamanlarda. Tabii biz bunları ortanca çocuk Benjamin’in gözünden okuyoruz. Benjamin hep arabulucu gibi. Kardeşleri arasında, annesiyle babası arasında… Birbirleri arasındaki eşitsizliği ve anne babasının adaletsiz tavırlarını en çok hisseden de o. Onun sebep olduğu bir olayla da bu durum perçinleniyor. Kasıtlı olarak sebep olmadığı bir şey yüzünden şu ana kadar, yaklaşık yirmi yıl boyunca o günü ve o olayı sorguluyor. Aslında devamlı kendini cezalandırıyor çünkü daha iyi bildiği bir şey yok. Biz okurlar olarak bunu romanın sonunda idrak ediyoruz ve sarsıcı bir bitişle karşılaşıyoruz. Schulman’ın üslûbu, romanı daha da çarpıcı hâle getiriyor. Kullandığı yazım tekniği ile de birleşince merakımızı iyice arttırmayı başarıyor. Bir kere yazar, eseri kronolojik olarak sondan başa doğru kurgulamış ve onları yani üç kardeşi bir yolculuğa çıkarmak üzere olay örgüsüne yerleştirmiş. Buradaki yolculuk, hem gerçek anlamda yazlık eve hem de çocukluklarındaki kasvetli günlere yaptıkları yolculuk. Yaşadıkları o olay ve geçirdikleri çocukluk üç kardeşte farklı izler bırakmış. Pierre yetişkinliğinde de umursamaz, Nils ise daha kontrolcü ve benmerkezci yine. Benjamin ise o yazlık evdeki son günlere sıkışıp kalmış halde. Ne affedebilmiş kendini ve ailesini ne de başka bir yol çizebilmiş hayatına. Sanki sadece “o gün” ve bugün varmış gibi. Romanın iki ana bölümden oluşması da bunu destekliyor. İlk bölüm “Yazlık Ev” ikinci bölüm ise “Çakıllı Yolun Diğer Tarafı.” Hayatlarında her şey bu yazlık ev ve diğer şeyler olmak üzere ikiye ayrılmış gibi. İlk bölüm yazlık eve/göle gidiş, ikinci bölüm de oradan ayrılışa odaklanıyor. Yazlık evden kopabilmek, o çakıllı yoldan geçip hayata karışabilmek demek esasında. Hayatta kalmak, kurtulmak… İnsan yirmi yıl boyunca arafta kalır mı hayatla ölüm arasında? Ölümden kurtulmak sadece bedenen hayatta kalmak mıdır yani? Yok sayılan, suçlanan bir çocuklukla hayata tutunmak mümkün müdür peki? İşte bu sorulara odaklanıyor yazar, roman sondan başa doğru akarken. Öte yandan, yazarın anne ve babanın adını bilinçli olarak kullanmayışı da dikkat çekici. Çocukların adı var ama onlar sadece “anne” ve “baba.” Çocuklarının hayatlarında bir hayalet gibi olan bu ebeveyni yazarın cezalandırması diye düşünülebilir bu durum. Bunun için de çocukları artık yetişkin olsalar bile yaşananlarla hesaplaşmaları için yazlık evlerine doğru bir yolculuğa çıkarmış:
“Son bir kez hayatta kalabilmek için, onları adım adım hikâyelerinde adım adım geriye doğru, çarpışma noktasına götürmesi gereken bir yolculuk.” (s. 221)
Bu romanı okuduktan sonra, bazen bir kazadan kurtulmuş olmak gerçekten kurtulmak mıdır diye düşünüyor insan. Hayatta Kalanlar romanını, aileyi ve kardeşleri ele aldığı bazı yönleri nedeniyle son zamanlarda yayımlanan Akşamlar Rahatsız Edicidir’e benzettim ben. O romanı okumuş olanların bu kitabı çok beğeneceğini düşünüyorum. Aile ilişkileri, kardeşlik, büyürken yaşanan travmatik olaylar gibi konuları okumaktan hoşlanan okurlara özellikle önereceğim bir kitap Hayatta Kalanlar.
Nagihan Kahraman