“Bizim kelimemiz sevgidir,
ama sözlükte nefret daha önce gelir”

Ülkü Tamer’in iki şiiri, “Bir Mektup” ve “Yaz” Yeni Dergi’nin 1970 Eylül sayısında yayınlandı.

Ne müthiş bir yıldı 1970, o yılı yaşayanlar bilir!

Grevlerden, boykotlardan, direnişlerden geçilmemişti bütün yaz.

15-16 Haziran Olayları bile yeterdi tek başına bu yılı anmak için. Koskoca İstanbul, en az birkaç gün denetimden çıkmıştı. Şehrin iki yakasındaki işçilerin birleşmesini önleyebilmek için Haliç’teki köprü kaldırılmıştı.

Bu iki şiirin Yeni Dergi’de yayınlandığı ay hayatımda ilk kez İstanbul’a gitmiştim. ODTÜ ve Yabancı Memleket sınavlarına girmek için. Yabancı Memleket’i kazanamadım, ODTÜ’yü kazandım. Benim için ne büyük kazanç, sonradan fark ettim.

Şehzadebaşı’nda bir yurtta “misafir” kalıyordum, fırsattan istifade birkaç gün İstanbul’da dolaştım. Bir tek “Asiye Nasıl Kurtulur” oyunu bile İstanbul’u sallamaya yetiyordu. Bir de Halk Oyuncuları’nın “Pir Sultan Abdal”ı, “Devr-i Süleyman”ı… Çok yoğun geçmiş bir yazdan sonra artık sokaklara sonbaharın hüznü çökmeye başlamıştı. Ama yerlerde hâlâ bildiriler, el ilânları uçuşup duruyordu. Duvarlar hâlâ afişlerle kaplıydı.

Dile kolay, Ülkü Tamer’in deyimiyle: “1970 yılındaydık, / yılların en gencinde.”

Evet, evet! Galiba en iyi tanım bu: 1970, yılların en genciydi Türkiye için.

Hem ekonomik hem de politik açıdan “tepe noktası”ydı belki de Türkiye’nin.

Sonra gitgide aşağıya mı kaymaya başladık, hızla yaşlanmaya ve yoksullaşmaya mı başladık nedir?

Şairler en önce görür ya, “Hanoi” isimli kayık sahipleri gitgide artmaya mı başladı aramızda?

Ülkü Tamer

BİR MEKTUP

Yıllar bana senin adını unutturmadı dostum,
gözlerimin içinde duran ve herkese kendini söyleyen adını.
Senin adını mırıldanıyordum dün öğle üstü,
hava o kadar sıcaktı ki, saçlarımın arası bile güneşlerle doluydu,
dağ çiçeklerinin arasından geçtim, dereye ayaklarımı soktum,
durmadan senin adını mırıldandım.

Dostum,
kaygılar, yolculuk edecek köşe bırakmadı sana,
toprağın altında bir kulübeye kapattı;
o kulübenin duvarlarını sessizlikle örmüşler, bu yüzden ses geçmiyor içeriye,
duvarcılar erimiş malalar kullanmışlar duvarları yaparken,
çekülleri küftenmiş, sık sık dağılırmış,
ama sessizliği üst üste koymayı başarmışlar.

Biliyorum, çıkman zor olacak aramıza,
ama yine de yazmak istedim,
geçenlerde gölgeni gördüm caddede, beni adım adım izledi,
oturduğum koltuk oldu sinemada,
benimle birlikte bir kitabın ilk sayfasını imzaladı,
denizde çabuk üşüdü, gülümseyerek kurulandı,
güzel bir gölgeydi, kendini benden esirgemedi,
iç içe yaşadığım için gölgenle
yazmak istedim sana.

Her şeyden önce şunu unutma:
korkuların da tadına varacaksın,
daha doğrusu, o korkular anlamsız gelmeye başlayacak sana,
korku bile olmayacak,
işte o zaman öfkeni kullanabilirsin dostum,
kayıtsızlıklardan geçerek edineceğin öfkeyi.
Bunun için genç olman gerekmez,
sana orta yaşlılardan birçok örnek verebilirim,
hem hiçbir şeyin vakti geçmemiştir ki,
daha 1970 yılındayız,
yılların en gencinde.

Duvarları sessizlikle örülmüş kulübe yapmak kolay değildir,
o duvarları yıkmak belki daha zordur,
ama senin gibi bir insan için kulak kesilmek, bizim fısıltılarımızı bile duymak kolaydır,
bana inan dostum,
şimdiye kadar hiç kandırmadım seni,
kolaydır diyorum onurlu insan olabilmek.

İki fotoğraf gönderiyorum sana.
Birini bir dergiden kestim,
1919’da Amerika’da çekilmiş, Nebraska’da,
bir zenciyi linç edenlerin, yakanların yüzlerini göreceksin,
ama seni bilirim dostum,
o yüzlerin arkasında gizlenen filigranlı hışırtıyı hemen duyarsın
ve geceye nefretin beyaz karıncalarını dağıtan
kutsal alevi hemen hatırlarsın.
Bizim kelimemiz sevgidir,
ama sözlükte nefret daha önce gelir;
elinde çiçeklerle fotoğrafçıya poz verenlerden,
bu eşsiz fırsatı kaçırmamak için başını uzatanlardan,
plajda resim çektirir gibi kasılanlardan nefret et,
bunlar zavallı kuklalardır diye düşünme,
zavallılar bir zenciyi yakabilir belki,
ama tarihin sayfalarına et kokularıyla burun buruna geçmez.
Bu alçakların köpekliği yüreklendiriyor ustalarını,
nefretimiz onların arasından süzülüp sevgiye dönüşecek.

İkinci fotoğraftaki katillere biraz daha acıyarak bakabilirsin.
Vietnam. 1965. Bir Amerikan müzikalini seyreden askerler.
Akıtılmış kanları su diye kullanan pirinçlerin üstünde çektirmişler bu fotoğrafı.
Kimbilir, belki başka bir müzikali seyrediyorlardır bugün Kamboçya’da,
yarın bir başka ülkeye taşınacaklardır;
milyarlarını çoğaltmak uğruna bir Bob Hope,
ulusal kıyafetler giyerek güldürmek için onları
arkalarından o ülkeye taşınacaktır.
Kulakları çığlıkları duymayacaktır artık,
kolları bağlı beş yaşındaki çocukların şakaklarına namlu dayarken
“Amerikan hayat tarzını” yansıtan espriler patlatacaklardır.
Asya ormanlarının yeşil yapraklarından dolar süzülmesine yardımcı olacaklardır.

Sevgili dostum,
Benim mektubum değil, bu fotoğraflar birer hançer olsun sana,
dünyanın acısından renk kapan birer hançer.
Tükür bu fotoğraflara, duvarlarını kazımaya başla,
taşa sürünen bıçağın sesi bir dinamit gürültüsüne dönecek, göreceksin,
içindeki inilti bir haykırış olarak yükselecek dudaklarından.

Ülkü Tamer

YAZ

Yazı deniz kıyısında geçirmek güzel şey.
Yeniden okunan bir kitabın dostluğunu taşır dalgalar,
yosunlar, tanıdık satırlar olur.
Rüzgârın yönünü çevirmek elindedir,
düğmesine basarsın, susar.
Güneşi başlatmak ise bütün gün elindedir.

Bir kayığı vardı adamın,
adını “Hanoi” koymuştu.
Özenerek, kırmızı boyayla yazmıştı harfleri, kendi eliyle,
tam iki saatini vermişti bu iş için,
sabahleyin başlamıştı yazmaya, çaydan sonra,
biradan önce bitirmişti,
o kadar dalmıştı ki işine,
akşamleyin anlattığına bakılırsa,
sabah denizini bile unutmuştu.

Sonra bütün hafta balığa çıktı,
izmaritler, istavritler yakaladı,
akşamları evinin bahçesinde pişirdi onları,
tanıdıklarını çağırıp buzlu rakılar içti,
işçi yürüyüşlerinin önemini belirtmekten kaçınmadı,
toplatılan dergilerdeki yazıları savundu,
bazı kızları kendine hayran bıraktı,
ortaklarını kırar gibi oldu,
güzel fıkralar anlattı,
ay ışığında herkesi geçti yüzmede,
gece yarısına doğru midye topladı.

Evet, güzel şey yazı kıyılarda geçirmek,
deniz, batık kalyonların kokusunu getirir,
konuşacak konular verir insana
deniz kestanelerinin dikenleri.

Kayıklarımıza “Hanoi” adını koyup
balığa çıkmaktan başka ne yapıyoruz ki?

Ülkü Tamer

***

Sonra aradan yıllar geçti. Yaşlandık. Ülkü Tamer de yaşlandı. Gerçi bu iki şiir, kitaplarına da alındı, ama “Bir Mektup” ancak sakatlanarak yer bulabildi Ülkü Tamer’in kitaplarında. Şiirin aslî bir parçası olan o çarpıcı fotoğraflar nedense kaldırıldı. Bence şiirin o devrimci ruhu uçup gitti sanki.

2014 yılında son şiir kitabı “Bir Adın Yolculuktu”nun İzmir’deki imza gününde yaptığı konuşmadan sonra Ülkü Tamer’e bu fotoğrafları sordum. Nedense geçiştirdi, anlamazlıktan geldi.

Kitaplarında, “Bir Mektup” şiirinin içinde hâlâ “İki fotoğraf gönderiyorum sana” dizesi duruyor, ama fotoğraflar yok!

Fotoğrafları görmek isteyen okuyucuların binbir zahmetle sahafları araştırıp Yeni Dergi’nin Eylül 1970 tarihli 72. sayısını bulmaları gerekiyor.

***

Bir zamanlar şöyle yazmıştım:

Hey gidi 1970 yılı, yılların en genci!
Mülâyim şair Ülkü Tamer’e bile bu iki şiiri yazdıran 1970 yılı!

Demek ki İlhan Berk için de aynı şeyleri yazmamız gerekiyormuş:

Hey gidi 1970 yılı!
İlhan Berk’e “Hüseyin Çapkan İçin Ağıt” yazdıran 1970 yılı!

Aslında şiir Yeni Dergi’nin Nisan 1971 tarihli 79. sayısında yayınlanmıştı ama takvim yılı önemli değil. Bana göre henüz 1970 yılı sona ermeden (yani 12 Mart 1971’den önce) yazılmıştı bu şiir. Muhtemelen şöyle olmuştu: Yeni Dergi’nin Nisan sayısı Mart ayı içinde dizilip hazırlanmıştı, fakat birden hava değişmesine rağmen frene basmaya kalmadan Nisan 1971 sayısında şiir yayınlanmıştı.

Ben bu şiiri daha mürekkebi kurumadan Yeni Dergi’de okuduğumu hatırlıyorum.

Şimdi ise 24 Şubat 2019 tarihli Parşömen’den öğreniyorum ki “Hüseyin Çapkan İçin Ağıt” İlhan Berk’in kitaplarına alınmamış.

Herkes sebebini soruyor, ama ben hiç şaşırmıyorum.

Bir taraftan da kendi kendime mırıldanıp duruyorum: Hey gidi 1970 yılı! Yılların en genci!

Mehmet Aslan