İlk yazısı 1983 yılında Yazko Edebiyat dergisinde yayımlanan Hülya Soyşekerci, neredeyse kırk yıldır denemeleriyle, eleştirileriyle, yazılarıyla ve öyküleriyle edebiyat ortamımıza katkı sunan bir edebiyat emekçisi. Yazarın 2021 yılının sonlarında, Pagos Yayınları’nca yayımlanan son kitabı “Günışığı Demeti” eleştirel denemelerden oluşuyor. “Günışığı Demeti”nden yola çıkarak, Hülya Soyşekerci’ye merak ettiklerimi sordum.
Onur Çalı

Kitabınızın ilk denemesi, Vedat Günyol hakkında. Günyol’u etraflıca ele aldığınız bu denemenizde Yeni Ufuklar dergisinden bahsederken, “bir bakıma ülkemizdeki hümanist düşün akımının ve hümanist eleştirinin de ‘fikir kalesi’ gibiydi” diyorsunuz. Bugün yayımlanan edebiyat dergileri için böyle bir yorumda bulunabiliyor musunuz? Günümüzde çıkan edebiyat dergilerinin ideolojik ya da estetik konumlanışlarını yansıtan, derginin bütününe sinen bir duruşları, bir meseleleri olduğundan bahsedebilir miyiz? Daha ziyade, ürün seçkisi şeklinde bir yayın politikaları olduğu görülüyor. Sizce neden böyle bir fark var eski ve yeni dergiler arasında?
Sevgili Onur, Vedat Günyol’un ve onun gibi pek çok denemeci ve dergicinin etkin olduğu o yıllarda edebiyatı toplumsallıktan, düşünsel arka plandan, felsefeden ve düşünce sistemlerinden soyutlayarak ele almak söz konusu değildi. Edebiyat, bir dünya görüşüyle ilişkilendirilerek ya da belirli bir dünya görüşünden hareket edilerek gerçekleştirilen bir sanattı her şeyden önce. Felsefi ve düşünsel arka planı olmayan bir edebiyatın sözünü etmek olanaksız gibiydi. Elbette bu yaklaşımın dışında kalarak eser üreten az sayıda edebiyatçı da vardı, ancak o yıllarda edebiyatın ve edebiyatçının genel eğilimi; düşünsellik, toplumsallık, eleştirellik, insancıllık üzerineydi. Bireyselliği önemsemeyen bu eğilim, yıllar içinde yerini bireye odaklanan daha farklı bir edebiyat anlayışına bıraktı.
Bana kalırsa, edebiyattaki akımlar ve eğilimler, yaşanan toplumsal ve siyasal süreçlerden bağımsız değildir. Daha önceki yılların edebiyat eğilimleri de yaşanan dönemin özelliklerinden ayrı ya da kopuk değildi. Toplumsal değişim ve dönüşümler edebiyat ve sanat akımlarını doğrudan olmasa da dolaylı olarak etkiliyordu. O yıllarda çıkarılan dergilerde ideolojik, düşünsel ve estetik konumlanmayı net olarak görmek mümkündü. Dergiler bir fikir çevresi oluşturuyor, o çevrede bir araya gelen edebiyatçılar belirli bir sanat ve edebiyat akımı veya duruşunun temsilcisi olarak hareket ediyor ve o duruşa uygun eserler üretiyorlardı. Böylece her derginin bir kişiliği, bir bakış açısı, bir dünya görüşü, topluma, hayata ve insana dair bir meselesi oluyordu.
Evet, günümüzde daha çok ürün seçkisi şeklinde oluşturulan dergilerle bir aradayız. Belirli bir bakış açısı sunan, bir meselesi, düşünsel arka planı olan dergiler yerine, ürünleri bir araya getiren, onları estetik bir toplamda buluşturan dergileri daha çok görüyoruz artık. İçinde yaşadığımız döneme uygun olarak, hakikatin yitiminin, postmodern eğilimlerin, karmaşa ve kaosun ön plana çıkması, çeşitlilik, farklılık, melezlik, çok seslilik, çok kültürlülük gibi olguların değer kazanması, özgünlüğün tartışılır hale gelmesi, bu tarz dergileri bir “agora”ymış gibi algılamamıza neden oluyor. Yani böyle dergiler, farklılıkların söz aldığı, konuştuğu bir buluşma noktası gibi. Dediğim gibi, bu durumun yaşadığımız kaotik dönemin bir yansıması olduğu kanısındayım. Tarafsız ve nesnel bakılacak olursa, bu bir olgu, bir süreç. Neye dönüşeceği, neye evrileceği veya nereye yol alacağı henüz tam olarak bilinmeyen bir yazınsal akışkanlık. Her şeye rağmen uzun yıllardan günümüze kadar belirli bir edebi duruş, itiraz ve tavırdan pek fazla ödün vermeden gelen az sayıdaki derginin varlığını da yadsıyamayız.
Kitaptaki başka bir yazınızda deneme türünün öneminden bahsediyorsunuz. Neredeyse kırk yıldır deneme yazan biri olarak, kendi denemeciliğinizi nerede konumlandırırsınız? Türk ve dünya edebiyatı içerisinde kendinize yakın bulduğunuz deneme yazarları kimler?
Kendi denemeciliğimi, eleştirel denemenin olduğu noktada konumlandırıyorum. Kitapları, yazarları, dönemleri inceleme, araştırma ve yorumlama gayreti içinde olan, hâlâ pek çok şey öğrenen bir “edebiyat öğrencisi”yim.
Denemede dünya edebiyatında en çok Montaigne’i severim. Özgür düşünmeyi öğreten, çağından çok ileride fikirleri olan bir yazar, bir düşün insanı. Bıkmadan usanmadan hâlâ okurum onun denemelerini. Ancak, kadın konusundaki düşünceleri bana çok uzak geliyor. Montaigne, döneminin (16. yüzyıl) eril zihniyeti içinde yaşamış olduğu için kadınlara dair olumsuz düşüncelerini sorgulamıyor bile. Bertrand Russell’ın Sorgulayan Denemeler’i de bence önemli. Türk edebiyatındaysa önce Nurullah Ataç… Sonra Vedat Günyol, Suut Kemal Yetkin, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Cemil Meriç. En çok sevdiklerimden biri de Salâh Birsel… Ayrıca Emin Özdemir, Oğuz Demiralp, Akşit Göktürk, Uğur Kökden, Nurdan Gürbilek, Meltem Gürle, Nilüfer Kuyaş, Gündüz Vassaf, Armağan Ekici… ilk aklıma gelen başarılı deneme yazarlarımız. Hepsi birbirinden farklı düşünce yapısı ve dünya görüşlerine sahip olsalar da en önemli ortak noktaları, dilimizi bütün renkliliği, canlılığı ve kıvraklığıyla kullanmaları, dili ve düşünce dünyamızı zenginleştirmeleri, ufuk açıcı olmaları.
Sosyal medyanın edebiyatla ilişkisine, etkileşimine değindiğiniz yazınızda (bir konuşmanızın metne dökülmüş hali bu aslında), olumlu etkilerden bahsetmeniz dikkatimi çekti. Sosyal medya kullanımının edebiyata, sanata getirdiği hiçbir olumsuzluk yok mu sizce?
Hiç olmaz olur mu? Sosyal medya kullanımının sanat ve edebiyata olumlu etkilerinin yanında olumsuz etkilerini de dile getirmek lazım. O konuşmamda, sosyal medyada, alakasız bazı şiirlerin büyük şairlerimizin adlarıyla yayımlanmasına, şiir metinlerinin kısaltılıp şiirin sadece birkaç dizesinin paylaşılmasına da değinmiştim aslında, ama sosyal medyanın olumlu etkilerini anlattığım kısımlar öne çıkmış sanırım.
Sosyal medyada onlarca sahte Can Yücel, Nâzım Hikmet, Cemal Süreya şiiri dolaşmakta; Oğuz Atay’a ait olmayan cümleler, onun eserlerinden alıntılanmış gibi paylaşılmakta ne yazık ki. Bunlar durmadan paylaşıldıkça yanlışlık ve sahtelik giderek yaygınlık kazanmakta; edebiyat ve edebiyat tarihimiz adına birçok olumsuzluklara yol açmaktadır.
Prof. Dr. Semih Çelenk sosyal medyadaki sahte Can Yücel şiirlerini tespit edip derlemişti. Gerçekten önemli bir çalışma bu. Can Yücel’e ait olmayan o kadar çok sayıda şiir paylaşılıyor ki insan hayretler içinde kalıyor. Bu olumsuz durum, metinlerin aslının yer aldığı kitapları okumayı engellediği gibi, kişileri araştırmacılıktan uzaklaştırıyor, kolaycılığı teşvik ediyor. Öncelikle kitapları alıp okumak, okunan sayfalardan alıntılar paylaşmak, daha doğru ve daha sorumluca bir yaklaşım.
Ayrıca sosyal medyada paylaşılan ve yazınsal nitelik taşımayan yazılar ve şiirler de hatır için yüzlerce beğeni alıyor. Nitelikli edebiyatla niteliksiz yazılar arasındaki fark dikkate alınmadığı için bu durum edebiyat sanatının aleyhine işliyor; edebiyat yüzeyselleşiyor ve bozuluyor ne yazık ki. Kısacası, sosyal medya, edebiyat açısından pek çok olumsuzluğu da bünyesinde taşıyan kaygan bir zemin. Paylaşımlar, dikkatle, özenle ve sorumlulukla yapılmadığı takdirde edebiyatı yozlaştıran bir ortam oluşuyor.

“Okuma ve Sağlık” adlı denemenizde “okuma etkin bir eylemdir,” diyorsunuz. Buradan yola çıkarak sorayım, “etkin okuma” nedir? İlk bakışta pasif bir eylem gibi görünen okurluğu “etkin” yapan şey nedir?
Okuma sırasında zihin pencereleri sonuna kadar açılır, Leylâ Erbil’in deyişiyle “zihin kuşları” özgürce kanat açıp uçmaya başlar. Okurken, düşler, düşünceler, hayal gücü, tasarlama yetisi, yaratma ışığı gibi insan zihnine özgü nitelikler, o soyut ve özgür ortamda etkinlik kazanır. Okuma anının büyüsü, insanın zihnini ve yüreğini bütünleştirir; insana evrenin sonsuz enerjisini hissettirir. Bu bakımdan, ne kadar çok okursak o kadar yaratıcı oluruz diye düşünüyorum. Dışarıdan sessiz ve pasif görünen okuma anında, insan, yüreğinin ve aklının bütün etkinliğini harekete geçirir, zihninin perdesinde evrenin yaratıcı ışığını görür, hisseder. İçeride, ruhta, zihinde büyük bir faaliyet vardır aslında. Doğan Cüceloğlu “bir kitap, bir roman, bir hikâye, bir şiir okuduktan sonra okuduklarımız aklımızda kalmasa bile asla aynı insan olmayız.” diyor Var Mısın adlı yapıtında. Kitaplar, insanı ve yaşamı değiştirme ve dönüştürme gizilgücüne sahiptir aslında. Modernist kurmacaların okunmasında, okurla yazarın birlikte gerçekleştirdiği “anlam yaratma yolculuğu” ise muhteşemdir. Bu yolculuk da son derece “etkin” bir eylemdir.
“Günışığı Demeti”nde yer alan bir başka denemenizde “okumazyazarlık” durumunun kişiyi getireceği olumsuz noktadan bahsediyorsunuz. “Okumazyazarlık” nedir, olumsuzluğu nereden gelir? Günümüz kurgu yazarlarına baktığınızda “okumazyazarlığın” izlerine rastlıyor musunuz?
Biraz önce okumanın ne denli yaratıcı bir eylem olduğuna, okudukça daha özgün ve nitelikli yapıtlar oluşturabileceğimize değindim. Daha çok piyasaya ve tüketime dönük, kolaycı kitapları yazanlarda gördüğümüz “okumazyazarlık hali”, dili, kurguyu, kendinden önceki yapıtları, yazınsal birikim ve geleneği dikkate almayan, özensizce ve çalakalem yazılan seri üretim metinlerin oluşturulması halidir. Kolayca tüketilen, yüzeyselliğe, hıza ve hazza teslim olmuş bu niteliksiz metinlerin varlığı, onları yazan kişilerin edebi birikimi olmayışından, yani onların “okumazyazarlığından” kaynaklanır.
Bir ayrım daha yapıyorsunuz kitapta: “yazar” ve “yazan kişi”. Bu ayrımı yaparken neyi kastediyorsunuz? Parşömen okurları için biraz açar mısınız bu ikisi arasındaki farkı?
Herkes bir şeyler yazabilir; makale yazar, haber yazar, rapor yazar, acemice de olsa edebiyat metni yazar. Onlar henüz “yazar” değil, “yazıcı” ya da “yazan kişi”dirler. “Yazar” sözcüğünde önemli bir fark görüyorum ben. Şöyle ki, yaratıcı olma, özgünlük ve deneysellik taşıma, aşınan formları ve klişeleri kırma, dile yeni dokular kazandırma, yaşama yeni bir perspektiften bakma gibi nitelikler taşıyanlar, gerçek anlamda yazardırlar bence. Her gün gördüğümüz gerçeklere, yaşam ayrıntılarına, sıradanlığa dönüştürdüğümüz ve aşındırdığımız kimi olgulara yepyeni ve farklı bir bakış açısıyla bakabilen; kendine özgü bir üslup içinde dünyayı yeniden anlamlandıran, metin içi yaratıcı unsurları ve estetik dengeleri iyi kuranlar, işte onlar gerçekten “yazar”dırlar.
Siz hem öykü yazan hem de öykü üzerine düşünüp yazan birisiniz. Kitapta da yalnızca öyküye ayırdığınız denemeleriniz var. Günümüz öykücülüğünü değerlendirmenizi istesem… Nasıl bir geleneğin üzerinde duruyor günümüz öyküsü? Gelenekle bağı, geleceği, ana damarları, öne çıkan eğilimleri ve isimleri hakkında neler söylersiniz?
Derinlere uzanan, köklü bir anlatı geleneği üzerinde yükseliyor öykücülüğümüz. Destanlar, halk hikâyeleri, efsaneler, masallar, mesneviler gibi anonim sözlü geleneğin içinden çıkıyor; sonra Batılılaşmayla birlikte daha modern bir öykü anlayışı ve tarzına yönelerek kendi yolunda ilerlemeye başlıyor. Uzun yıllar içinde birçok eğilimler, akımlar ve tarzlar oluşuyor öykücülüğümüzde.
Edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler arasında genel olarak öykücülüğümüzün iki ana damar, iki ana çizgi üzerinde ilerlediği ve gelişim gösterdiği fikri kabul görmüştür. Bu iki ana çizgi, Sait Faik ve Sabahattin Ali çizgisidir. 1935, 1936 yıllarından günümüze kadar öykücülüğümüzü etkileyen bu ana damarlar edebiyatımıza yön vermişlerdir.
Sait Faik’in bireyi ve kendi izlenimlerini ön plana alarak, günlük hayatın içindeki insan hallerini dillendirdiği ve kendine has şiirsel üslubuyla kaleme aldığı öyküleri edebiyatımızda tam anlamıyla bir çığır açmıştır. Özellikle Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı son kitabıyla kendi öykücülüğünü de aşmış, sürrealizme yönelen öyküler kaleme almıştır.
Aynı edebi başarıyı Sabahattin Ali de göstermiş; ancak Sait Faik’ten farklı olarak sosyal gerçeklere, toplum sorunlarına, köylülere, yoksul halk kesimlerine sınıfsal bir bakış açısıyla yaklaşmış, o da insanı çelişkili halleriyle dillendirirken güzel, akıcı anlatımıyla öykücülüğümüzü zenginleştirmiştir.
Sait Faik, modernist öykücülüğümüzü oluşturan 1950 Kuşağı’na örnek olmuş ve yapıtlarıyla o kuşağın Leylâ Erbil, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Demir Özlü, Tezer Özlü, Orhan Duru, Yusuf Atılgan gibi yazarlarına esin vermiştir. Aynı şekilde, Sabahattin Ali de öykücülüğümüzün toplumcu damarını beslemiş, toplumsal gerçekçi öykü tarzını öne alan Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Bilbaşar, Rıfat Ilgaz gibi yazarlara örnek olmuştur. Bu iki çizginin dışında kalan ya da her iki çizginin bazı ilkelerini kendilerine kılavuz olarak alan Tarık Dursun K. ve Haldun Taner gibi önemli öykü yazarlarımız da vardır.
1960’lar ve 1970’ler, öyküde toplumcu gerçekçi çizginin öne çıktığı dönemler olmuştur daha çok. 1970’lerde kadın yazarların etkilerini giderek arttırması ve kadın sorunlarını daha çok dile getirmeleriyle birlikte öykücülüğümüzde kadın bakışı güçlenmiştir. Elbette bu da uzun yıllar boyunca, yazınsal bir süreç dâhilinde gelişen bir durumdur; Nezihe Meriç ve Leylâ Erbil gibi 1950 Kuşağı kadın yazarlarının, kadın özgürleşmesinden yana tutumları, Sevgi Soysal, Füruzan, Adalet Ağaoğlu gibi 1970’lerin önemli kadın öykü yazarlarına cesaret ve ilham vermiştir. Bu dönemde Oğuz Atay’ı da modernist, sıra dışı öyküleriyle anmamız gerekir ayrıca.
1980’lerden sonra hem askeri darbenin etkisi, hem okur profilinin değişmesiyle birlikte öykümüz toplumculuktan uzaklaşıp bireyin iç dünyasına yönelmiş, 1990’lardan sonra öykülerde iç monologlar, bilinç akışı gibi anlatımlar iyice öne çıkmış, diyaloglar, dış konuşmalar giderek azalmıştır. Ancak, Gezi direnişi süreciyle birlikte öykücülüğümüzün yeniden topluma dair düşünmeye başladığını, farklılıkları, bireysel hak ve özgürlükleri, bir arada yaşama kültürünü, demokrasiyi, adaleti, vicdanı ve çevreyi öne alan, metinlerde yazınsal ve estetik tutumu es geçmeyen daha genç bir öykünün filizlenmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu genç öykü, günümüzde giderek etkinlik ve önem kazanıyor; edebiyatımızın geleceğe doğru akışını yönlendiriyor bana kalırsa. Özgün kurgular, yeni bakış açıları, yaratıcılık, farklılık gibi nitelikleriyle de öne çıkan bu genç öyküyü dikkatle izlemek gerekiyor.
Son olarak, edebiyatın geleceğini nasıl gördüğünüzü merak ediyorum. İçinde yaşadığımız hız ve vahşet çağından baktığınızda, edebiyatı nasıl bir gelecek bekliyor sizce? Umutlu musunuz?
İnsanın hikâyelerle ilişkisi ve etkileşimi bitmedikçe edebiyatla bağı da sona ermez. İnsan hikâyesiyle vardır ve biliyoruz ki “hikâyeler” “bizi biz yapma” özelliğine sahiptirler.
Yıllar önce demişim ki “Düşler; öykülerle birlikte ayrılmaz bir bütünlük oluşturur, insanın yaratıcı iç evreninin karmaşık labirentlerinde. Öykü yazmak; her şeyden önce düşlerin penceresinden ve dilin içinden hayata yeniden bakmak anlamına gelir. Hayatın içindeki olay, durum ya da olguların, metin içi dünyada yepyeni sanatsal dönüşümlerle geri dönmesi, insana inanılmaz güzellikte yaşantılar sunar. Öykü yazmak, yazarın ruhunu ne kadar arındırırsa, öykü okumak da bir o kadar güzelleştirir, genişletir içimizdeki o sonsuz düşsel mekânı.” Özellikle bu hız ve vahşet çağında öykü güzelliğine ve edebiyatın sağaltıcı etkisine daha çok ihtiyacımız var. Edebiyatın toplumu, insanı ve kendi kendisini dönüştürücü gücüne inanan biri olarak umutluyum; daha güzel bir dünya kurmak, savaşsız, sömürüsüz bir dünyada insanca yaşamak ideallerimiz ve düşlerimiz bitmediğine göre umudumuz da var olacaktır diye düşünüyorum.
Güzel bir söyleşi olmuş. Hülya Hanım gerçekten de çok emek veriyor. İyi bir okur olduğuna tanık olduğumu söylemek isterim.