1934 Zonguldak doğumlu İrfan Yalçın, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1960’da bitirdi. Çeşitli kentlerde Fransızca öğretmenliği yaptı. Edebiyata şiir ve eleştiriyle başladı ama romanda yoğunlaştı. 1974 Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda ilk romanı “Pansiyon Huzur” ikincilik ödülüne değer görüldü. 1980 Milliyet Roman Yarışması’nda mansiyon aldı; 1980 TDK Roman ve 2009 Cevdet Kudret Roman Ödülü’nün sahibi oldu. Öykü, şiir, çeviri, tiyatro oyunu türlerinde edebiyata çok sayıda ürün veren Yalçın’ın romanlarından ikisi filme alındı. Kitapları h2o kitap tarafından okurla yeniden buluşturuldu. Ağustos 2021’de yeni baskısıyla raflardaki yerini alan “Son Bahçeler” adlı romanının, insanın gerçeğini anlamaya götüren bir yapısı var. Yazar, duygu yüklü ama asla ajitasyona düşmeyen incelikli dil işçiliğine sahip anlatımıyla okurunu yaşlılık, yalnızlık, hastalık ve ölüm hakkında düşünmeye itiyor. Ayışığı Yaşlılar Yurdu’nun birbirinden farklı karakterleri “gittikçe ıssızlaşan bir dünyadan bakıyorlar” bize. Onların geçmişlerinden getirdikleri travmaları, hatırlandıkça acıtan ve eski hüzünler gibi üşüşen anıları çevresinde insan olma hâllerine tanık oluyoruz. “Mutluluktan çok acıya yakışır” olmalarına rağmen herkesin hayata tutunabilmesini sağlayan bir sebebi var. Sonuçta geçmiş günlerin, içinde yaşanmış evlerin, eşyaların, dinmeyen özlemiyle uzaktaki evlatların, aile bireylerinin, kedilerin, kar altındaki kasımpatıların içinden geçerek, bir çiçeğin içinden bakarak o sonsuz döngüye varıyor hayat. Sohbetimiz sırasında kendisinin de dile getirdiği gibi “Hayat bir bayram yeri değil.” Değerli İrfan Yalçın ile “Son Bahçeler” hakkında söyleştik.

Esme Aras

İrfan Yalçın

Yazın hayatınıza 1960’larda başlayıp farklı edebi türlerle devam ettiniz. Altmış yıla sığan çok yönlü üretkenliğiniz, yeni baskıları yapılan eserleriniz ve aldığınız ödüller bugün sizde nasıl duygular uyandırıyor?

Edebiyatın bütün türlerinde uğraştım, ürün verdim sayılır. Önce şiir ve eleştiriyle başladım. Ondan sonra öykü, roman, çeviri, tiyatro oyunu, deneme…

Sanat, doğal bir gerçeğin duyusal, duygusal yansısı olup bende geçmeyen bir zamanı vurgular, yaratır. Ödüller, zaman zaman yanıp sönen sevinçli bir anı şimdi, o kadar.

Her insan öyküsüyle var; öykü de roman da türü gereği insanı konu edinir, bireyden yola çıkarak daha fazlasını anlatmayı, düşündürmeyi, sezdirmeyi amaçlar. Bunu da yazın diliyle ortaya koyar. Roman ve öykülerinizde şiirselliğe varan bir dille insanı ve insanın gerçeğini anlamaya sizi götüren nedir?

Sanatın özü insandır. İnsansal-toplumsal gerçeklerdir. Bence roman, Marksist-Leninist Georg Lukács’ın da dediği gibi, insanın dünyasıyla uyumu sarsıntıya uğradığında ortaya çıkar. İşte, ben de köşeye sıkışmış insanları yazdım hep. Bireyi anlatırken toplumu ve toplumun siyasal yapısını da vermeye çalıştım. Romanlarımın hiçbirinde durumları, psikolojik süreçleri, içsellikleri kişilerin bilincine girip her şeyi ama her şeyi bilen bir Tanrı romancı anlayışıyla yazmadım. Böyle bir anlatım tekniğini nesnelliğe, gerçekliğe ters buldum. Masalsı geldi bana. Bu, kısaca özetlediğim, davranış psikolojisi tekniğiyle yazan birçok yazar var yirminci yüzyılın ortasında: Ernest Hemingway, Erskine Caldwell, Horace Mccoy, Dashielle Hammet.

Romanlarımda kullandığım dil şiirsel değil bence, yazınsal dil. Yazınsal dil, yer yer şiirselliğe yakın, anlam derinliğine inen güçlü etkiler yaratan bir dildir. Bu, dilin çok ayrıntılı ve güzel kullanılmasıyla sağlanır. Doğal yani gündelik dili kırarak vurucu anlam katmanları yaratabilen dildir yazınsal dil. Az sözle okuyucuyu büyülercesine bir söz güzellikleri, anlam zenginliği, derinlikleri yaratan ve hayranlık duyulan bir dildir. Yinelemeler, abartılar eksik değildir. Kısaca yazınsal dil, doğal dili belirli laflarla kırarak, alt üst ederek varılan vurucu etkileyici bir dildir.

Değişen yaşam koşullarının bireyi uyum sağlamaya hatta durmaya zorladığı –yaşlılık ve hastalık gibi– bazı durumların anlatıldığı Son Bahçeler’de, toplumun çeşitli kesimlerinden farklı statü ve kişilik yapılarına sahip karakterleri bir araya getirdiğiniz bir mekân ve atmosfer tasarlamışsınız. Bireylerin portrelerini okurken, onların hayat hikâyeleriyle birlikte, arka planda toplumsal ve siyasal yapıya da tanık oluyoruz. Sizi böyle bir roman yazmaya iten başat sebep neydi?

Ben hiçbir huzur evi görmedim, bana çok itici gelen huzur evlerine hiç gitmedim, önünden bile geçmedim. Son Bahçeler‘in konusu sadece benim bildiklerim, duyduklarım, okuduklarımla oluşturulmuştur. Orada yarattığım kişiler genellikle düşsel kişilerdir.

Jack London’ın “Hayatın Kanunu” adlı hikâyesinde Kızılderililer yaşlı ana babalarını dağ başında, orman içlerine bırakıyorlar. Zaman içinde onları kurtlar, ayılar parçalıyor, yiyor. Oraya bırakılanlar kesinlikle bunu yadırgamıyor. Çünkü onlar da kendi annelerine babalarına aynı şeyi yapmışlar. Niye böyle yapıyorlar? Çünkü çalışmaktan kendilerini alıkoyan her şeyi dışlamışlar. Toplumun işleyişinin bozulmaması için bu bir gelenek hâline gelmiş. Ama şimdi modern çağlardayız, huzur evleri var. Beni nedense çok yadırgatmıştır huzur evleri ve o yüzden uzak kalmak bana hep iyi gelmiştir.

Ayışığı Yaşlılar Yurdu’nda, ölümle yaşam arasındaki son durakta yolları kesişen o karakterlerden öğretmen hanım, her ne kadar oraya “ölüm bekleme yerleşkesi” adını vermiş olsa da, aslında romanın merkezinde ölüm ve yalnızlık izleği kadar yaşama/ya duyulan sevgi duruyor diye düşünüyorum. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Önce zaman denilen şeyden bahsetmek istiyorum. Zaman soyut bir kavram; ancak onun varlığını, maddenin eskimesinde hissedebiliyoruz. Yaşlanmasında, sonra da yok olmasında. Somut olarak zamanın hiçbir varlığı yok. Bir gün, tabii zaman içinde bu dünya, belki bütün evren yok olup gidecek. Zaman, dünyayı oluşturan dört maddeden bir tanesi Einstein’a göre. Tabii insan da yaşlanıyor zaman içinde ve ondan sonra bütün ileriye dönük kurguları, yapmak istedikleri kalmıyor artık. Burada yaşlılığın ölüme yakın oluşu, insanların yapacak bir şeyi kalmayışı, ileriye dönük olarak zamanla aşınıyor, bitiyor ve sonunda bir insan posası hâline geliyor insan. Sanki bu insan posalarının atıldığı bir hurdalık gibi gelmiştir bana huzur evleri.

Bayan Kasımpatı, Bayan Gümüş, Bayan Çığlık, Bayan İp, Bayan Minnoş, Karikatür Adam, Bay Sakallı… Her birinin dilinde yarım kalmış bir türkünün ezgileri geziniyor. Sorsam, “Bu isimleri ben değil Albay karakteri verdi,” diyeceksiniz belki de. İsimlerini sıradağlar gibi acılar ve solgun mutluluklardan alan Son Bahçeler’in karakterleri, yaşamda her birimizin başına gelebilecek travmalar, tahribatlar karşısındaki dayanma ve ağrıyan bir hayata devam edebilme gücünü nereden almış olabilirler?

Ama yaşamın öyle bir gücü var zaten. Bitmeyen bir gücü var. Yani bir defa kişi, kendi, öleceğine inanmıyor. Çünkü bu dünyada öyle bir kuşatılmış ki var olmak denilen şeyle, sanki bir denizin dalgaları gibi her taraftan kuşatılmış ve bilinç, ölümü kesinlikle kabul etmiyor.

Şuna inanıyorum ki hayatta her şey ödeniyor. Yani her şeyin faturası çıkıyor. Sevinçlerin acılarla, acıların sevinçlerle. Sonuçta o yaşa gelmiş insanların bütün hayatı, hayatın bütün güzellikleri, sevdikleri, tanıdıkları sanki uzaklaşıyor ve bir yere atılıyorsunuz. İşte bu oluyor. Yani hayat her şeyi ödetiyor. Mutluluklarımızı acılarla ödetiyor. Hayat bir bayram yeri değil. Acılar sevinçler peş peşe. Sonra bizim bütün duygusallığımıza kör bir hayat tabii dünya.

Öğretmen hanımın, “büyük derinlikleri ve delilikleri var” dediği Albay, yaşlılar yurdunun öne çıkan bir karakteri. Islık çalıyor, dans ediyor, bazen taşkın bazen coşkun, amacını aşan şakalar, türlü maskaralıklar yapıyor, herkese takılıyor… Onun yaşamını bu davranışları üzerinden açığa çıkarmaya çalışıyoruz ama yine de eksik kalıyor. Genelde neşeli görünmeye çalışan, en şen kahkahaları atanların ruhunda kahramanca acılar, ağır hüzünler taşıdıklarını düşünürüm hep. Bu düşünceye katılır mısınız?

Tabii türlü şekillerde yorumlayabiliriz. Siz öyle yorumlamışsınız. Doğru yanı var. Yaşlılar yurdundaki işe yaramayan insanların tasavvuru, yapacağı bir iş, artık hiçbir umudu kalmamış gibi sanki. Gençken tasavvurun vardır ve onları gerçekleştirmeye çalışırsınız. Ama seksen doksan yaşına gelmişsin, ne tasavvurun olacak? Sadece anılarla yaşarsın, zaten birtakım hastalıklar saldırmıştır, bilmiyorum ama orada sadece anılarla yaşamak kalır, o da acı verir. Bana çok ıstıraplı gelmiştir huzur evleri. O yüzden, herhalde böyle bir roman yazma fikri oluştu.

“Kırılmış günlerden gelen”, hayatın getirdiği yorgunluklarla “yüreği yırtıklar içinde” kalmış her bir karakteri ve onların derin yaralarını, annesini ziyarete giden yazar kişinin anlatımıyla okuyoruz. Romanda olayın yaşandığı zaman ile anlatı zamanı arasında yirmi yıl olduğunu düşünecek olursak, sanki bir masaldan çıkıp gelen anılar, zaman atlamaları ve bakış açılarının çeşitliliğiyle zenginleştirilen anlatının örüntüsüne ilişkin düşüncelerinizi, bu yetkinliğe ulaşma yöntemlerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Yol göstermek benim haddim değil. Yalnız, yetenek diye bir şeye inanıyorum. Bunun dışında çok okumalı, her tür şeyi okumalı; tarih, coğrafya… Geçmişteki büyük sanat dallarıyla ilgilenmeli, hepsini yapmalı. Tabii bence dille başlıyor edebiyat. Kötü olan ya da gündelik doğal dille edebiyat yapılamaz. Eğer öyle olsaydı, bütün mahkeme duruşmaları birer roman olurdu. Benim ilk zamanlardan bir sürü hikâyem var, onları hikâye kitabıma almadım. Yazınsal dilin işçiliğinin farklı olması gerektiğini düşünüyorum, evet. Bu yetkinliğe ulaşmak için dille çok uğraşarak, çok okuyarak, yazdıklarınızı beğenmeyerek, yırtarak… Ama sonunda bir güzelliğe varılır dil açısından.

Resim, müzik, edebiyat, sinema gibi sanatın farklı disiplinlerinden, stoacı filozofların hayata bakışından yararlanıyor, çeşitli sanatçıların eserlerine göndermeler yapıyor, kendi yapıtlarınıza atıfta bulunuyorsunuz. Yazdığınız esere katkı koyma anlamında okurunuzdan düşünce işçiliği, işbirliği beklediğinizi söylemek yanlış olmaz. Peki, kültürel birikimi yeterli olmayan bir okur ne yapacak, çok katmanlı bir yapıyla kurguladığınız bu romanı okumakta ne kadar zorlanacaktır?

Çok doğru, bir defa şunu söyleyeyim, benim romanlarım zor. Herkesin okuyabileceği, anlayabileceği romanlar değil. Gerek biçim gerek içerik açısından.

Bir söyleşinizde “artık roman yazabileceğime inanmıyorum” demişsiniz. Bunca yıl yazınla içli dışlı bir hayat süren kişilerin, elindeki kalemi masanın üzerine bırakması mümkün mü? Elbette, roman gibi uzun soluklu bir metne başlamak, ona odaklanmak yeni bir yolculuk olduğu kadar yazma uğraşısı gerektiriyor. Peki, size yeniden yazma coşkusu aşılayan, yeni ve heyecan verici bir damar bulduğunuza inandığınızda ne yapacaksınız? Fikriniz değişir mi o zaman?

Rahatsızım, her şeye doğru dürüst sevinemiyorum. İçinde yaşadığımız şu Türkiye mesela. Hepsi umut kırıcı. Her aydın için o meseleleri kabul ederim. Tabii kendim için de.

Şimdi şunu söyleyeyim, ben ağır bir hastalık geçirdim. Geçirdiğim rahatsızlık nedeniyle roman yazabileceğime inanmıyorum. Dikkatim çok dağınık. Kesinlikle yazamam, hayır. Artık yazamam.

Sizi severek okuyan okurlarınıza ve genç meslektaşlarınıza önerileriniz, söylemek istediklerinizle söyleşimizi sonlandıralım.

Herkese selam sevgi, bu kadar. Başka bir söyleyeceğim yok.