Her şey oldukça basit aslında. Çok sevdiğim Cruyff’un futbol üzerine bir sözü vardır; bunu edebi eleştiriye uyarlamakta her zaman fayda görürüm. “Futbol basit bir oyundur, zor olan ise onu basit oynamaktır.”

Roland Barthes

Çok havalı bir şeydir Türkiye’de eleştirinin yokluğu üzerine konuşmak. Bunları konuşan insanlara eleştiriden beklentilerini sorsak muhtemelen ne istediklerini kendileri de bilmez. Bilenler ise eleştirilmek istemezler. Niyetim birilerine sataşmak değil elbette bu yüzden ben kimseye taş atmadan ufak ufak yolumu alsam iyi olur. Zira yazmak istediklerimin kendimden başkasını ilgilendirmeyeceğini her zaman ön almak için söylerim. Benim yazdıklarım bana, sizin yazdıklarınız size!

Yazarla başlarsak eğer, yazar bütün kurumsal kimliğiyle falanıyla filanıyla ölmüştür artık, der ağır ve havalı bir abi sonra da ezberden başlar küçük küçük anlatmaya. Foucault da sokulur işin içine, Rus biçimciler de, yapısalcılar da… Ama bir kere de Saussure’ü anmazsa hiç olmaz. Dolaşır, dolaştırır lafı Bahtin, Kristeva ve derken pirimiz Barthes’a getirir bırakır. Bu tip yazılar biraz Fransızca, biraz Türkçe, biraz da bilmediğimiz ama Türkçe olduğu iddia edilen bir dille yazılır ve genellikle bir gavurdağı salatasına benzer. Üzgünüm ama durum böyledir ve bahsedilen şeyin tadı gavurdağı salatası kadar güzel de olmaz.

Bu tip yazıların, konuşmaların anlaşılmaz, karmaşık ve okuruna ya da dinleyicisine itici göründüğünü başımdan geçen bir olay sonrasında anladım. Bir yerlerde kendimi kaptırmış metinlerarasılık, yazarın ölümü vs. üzerine konuşuyordum: “Yazarın ölümü otorite olmuş, her şeyi bilen, metnin mutlak hâkimi olan kişinin ölümüdür. Metin bağımsızlığını ilan etmiştir ve artık yazar Paul Ricouer’ün ikinci mimesinde kalır. Biz okurlar ise yazarın elinden metni alır, onu yorumlarız ve bu da üçüncü mimesis olur. Julia Kristeva’nın dediği gibi bütün metinler birer mozaiktir, her bir metin bir diğerinde vücut bulur. Zaten yazılacak her şey yazılmış, söylenecek her şey söylenmiştir. Bu sebeple yazarlık kurumunun da bir fonksiyonu yoktur. Yazar bir kâtiple eş değer konuma yerleştirilebilir…” Yarı doğru yarı yanlış, biraz da ağzımda yuvarlayarak lafları koştururken hoca bana büyük bir kızgınlıkla bağırdı: “Bir dakika, bir dakika dur orada beyefendi! Bir sürü yabancı isim söyleyip benim kafamı karıştırmaya ne hakkın var senin!” Şaşkındım. Sustum, utandım. O ise başka bir biçimde anlatmaya devam etti konuyu. Hocanın bana niye kızdığını, nerde yanlış yaptığımı eve döndüğümde anladım: Ne anlatacaksak, ne yazacaksak takibi kolay olmalı çünkü bilgiçlik taslamakla bilginlik arasındaki çizgi çok incedir.

Gelelim esas meseleye; yani ortalama yükseltme sınavıyla yazarın ölümü arasında kurduğum bağlantıya. Öğretmenliğimin ilk yıllarında eski adı ortalama yükseltme sınavı olan haziran ve eylül aylarında yapılan o sınavlardan ben de yaptım. Bu tip sınavların dönem içinde yapılan yazılılardan farkı nedir diye soracak olursanız “kimliksizliği” diye yanıtlarım. Neyin kimliksizliği? Elbette sınav kâğıdında yazılanların. Sınavı yapan öğretmen de, sınav kâğıdı eline gelince öğrencisini öldürür. Artık öğrenci bütün kurumsal kimliğiyle o sınav kâğıdında bir ölüdür. Uzatmanın anlamı yok, öğrenciye dağıtılan sınav kâğıdında öğrencinin kimlik bilgilerinin yazılı olduğu bölüm, gözetmen öğretmen (sınavı okuyacak olan değil) tarafından kıvrılarak uçlarından yapıştırılır. Böylece sınav kâğıdını okuyan öğretmen, öğrencinin kimliğini bilmeden sadece sınav kâğıdına odaklanır. Artık öğrencinin efendiliğinin ya da haylazlığının, öğretmenle girdiği tartışmanın ya da öğretmenine aldığı hediyenin, öğrencinin babasının kaymakam olmasının ya da meyhanedeki berduşluğunun hiçbir önemi yoktur. Öğretmen yalnızca öğrencinin cevaplarına odaklanır. Masanın bir kenarına cevap anahtarını diğer kenarına da sınav kâğıdını koyar. Cevap anahtarı öğretmenin ölçme kriteridir. Kritersiz ölçme yapılmaz.

Aslında Türk eğitim tarihine bu yönüyle baktığımızda, yazarın ölümünü Barthes’tan önce keşfetmiş gibi görünüyoruz, ancak eleştiri mevzubahis olunca pek de öyle olmadığını maalesef hemen anlıyoruz. Çünkü yazarını öldürüp de bir metin üzerine odaklandığımızda onu hakkıyla incelemek için nitelikli metinleri okumuş olmak gerekir. Yani bir cevap anahtarı elzemdir. Bu anahtar için isterseniz kanonik eserler deyin, isterseniz geçmişin iyi örnekleri; bana göre bir eleştirmenin cevap anahtarı türün nitelikli örnekleridir. İşin zorluğu da sanırım bu noktada ortaya çıkıyor: Yazarın adını bir kenara koyarak yalnızca metne odaklanmak azıcık yürek ister. Çünkü ölçme kriteri sağlam olmayan eleştirmen, her zaman yazarın kimliğine sığınır. Kurtarıcı cümleler yazarın kimliğinde saklıdır. Modernizmin iyi metinlerini okumamış bir eleştirmenden Tanpınar romanlarını hakkıyla değerlendirmesini bekleyemezsiniz ya da aynı zavallıcığın Dönüşüm romanında sözü Kafka’nın biyografisine getirmekten başka çaresi yoktur. Yazar, doğası gereği kendi varlığını her zaman okura dayatır. Çünkü en basit haliyle düşünecek olursak bile okurun elinde tuttuğu kitabın her tarafında yazarın ismi vardır. Okuma eylemi öyle bir şeydir ki okur nezdinde anlatıcı, yazarından bağımsız bir kurmaca unsuru değil de yazarın sesiymiş gibi düşünülür. Okurunu aşil tendonundan tutan eleştirmen ise onu bu hileyle kandırır; yazarın yaşamını, ideolojisini, yaşama bakışını sanki metnin bir unsuruymuş gibi pazarlar. Oysa kitabın içinde kalan anlatıcı, yazarın kendisi değil metne ait lenguistik bir yapılanıştır. Nitelikli okur ya da Barthes’ın tanımladığı aristokrat okur, yazarı aradan çıkararak rahatça metni yapı söküme uğratabilir ya da metnin onu götürdüğü yere; başka başka metinlere, göstergelere doğru gidebilir.

Peki, Türk edebiyatının bu konuda hâli pürmelali nedir? Biz yazarı gömebildik mi toprağa, ya da yarattığımız Sezar’ları gömecek yeni nesil bir Antonius mu bekliyoruz hâlâ? Bu konuda kendi tecrübemden yola çıkarak bir şeyler yazmak istiyorum. Geçmişte Tezer Özlü ve onun Çocukluğun Soğuk Geceleri eseri üzerine biraz eğilmiştim. Bu metin üzerine yazılmış olan hangi metne el atsam, nereye baksam onun yazdıklarından ziyade yaşamı konu ediliyordu. Çünkü bu tip yazıların bahsettiğine göre Tezer Özlü, eserinde kendi yaşamını, ideolojisini, kadın haklarını, ailevi sorunlarını vs. odağa koymuştu. Yani koca koca isimler “Hayatımı yazsam roman olur” geyiğini doğrularcasına Tezer Özlü’nün yaşamından hareketle bu eseri inceliyorlardı. Onlara kalsa Tezer Özlü’yü ve onun ailesini, hastalıklarını, ideolojisini vs. bilmeyen bir okur, onun yapıtlarını anlayamazdı. Oysa bu kişiler Tezer Özlü’ye en büyük kötülüğü yapıyorlar; onun eserlerini yaşamı, yapıtı ve kimliği üçgenine sıkıştırarak adeta boğuyorlardı.

Yazar ölmeli mi, evet ölmeli. Yazarını öldüremediğimiz metinler yüzünden değil midir ki onlarca kötü kitap hâlâ ortalıkta birer opus magnum olarak dolanıyor. Ve yine yazarı kimliğinden, kişiliğinden bağımsız değerlendiremediğimiz için bir Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Oğuz Atay yaşadıkları dönemde fark edilemediler, edilmek istenmediler. Şimdilerde ise aynı sebepten bu iki isim üzerine konuşmaya başlarken besmele çekmek zorunda kalıyoruz. Yüce yazarlar (auctoritas/author/authority) ne yazsa mükemmeldir kabulüyle başlıyoruz okumaya. Orhan Pamuk’un Veba Geceleri romanının çıktığı günlerdeki Türkiye’nin atmosferi bunun güzel bir örneğidir. Henüz kitap çıkmadan bütün eller büyük yazarı alkışlamaya hazır bekliyordu. Alkışlamazsanız eğer taşı alnınızın çatına fırlatacak insanlar da hemen onların yanı başlarında duruyordu. İşte bu sebeple kimse bu kalabalığın linç eylemine maruz kalmak istemiyor. Oysa kıvırabilsek cevap kâğıdının isim yazan köşesini, işler farklılaşacak sanki. Aslında yazarın ölümü nedir biliyor musunuz? Büyük olduğunu düşündüğümüz tüm yazarları ortalama yükseltme sınavına sokmaktır. Gerisi lafügüzaf. Peki, bu basit şeyin böyle çetrefilleşmesinin sebebi nedir? Yazının girişinde bahsettiğim, her şeyi kedinin oynadığı ip yumağına çeviren o tiplerdir.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Tezer Özlü’den sonra biraz da Tanpınar’a bakalım. Ne diyordu bir Yeni Türk Edebiyatı profesörü: “Tanpınar’ın romancılığına söz söylenemez, onun ne denli iyi bir romancı olduğunu herkes bilir.” Herkes biliyorsa onun iyi bir romancı olduğunu, ortada kötü bir okuma örneği vardır. Çünkü bir metnin sabit, kayda değer tek bir anlamı yoktur. Tanpınar, zavallı adam hiçbir zaman layığıyla değerlendirilemedi. Ya gömdüler onu en karanlık mezara ya da öve öve bir put haline getirdiler. Oysa Tanpınar’ın eserleri kurmaca açısından yer yer zayıftır. Onun roman karakterleri hayatın bütün yükünü sırtlanmış, adeta Atlas gibi her şeyi taşıyacağını sanır. Oysa modernist olduğunu söylediğimiz bir yazarın vereceği cevaplar metinlere yönelik olmalıdır. Edebi babasıyla hesaplaşamaz Tanpınar. Her şeye rağmen Tanpınar modernist romanın ne olduğunu bize gösterebildi. Ancak zamanın lineer yapısını bir şekilde romanlarında kıran Tanpınar dilin yapısını bozmamasından ötürü aynı romanları belli açılardan eksik bıraktı. Bana kalırsa dilin yapısını James Joyce gibi bozarsa, anlattığı hikâyenin eksik kalacağını düşünüyordu. Çünkü Tanpınar’ın bir gözü her zaman arkasında, realist romandaydı. Oysa modernist roman için hikâyeden ziyade olay örgüsü/entrik yapı/göstermek önemlidir. Modernist bir roman, “Sonra ne oldu” sorusunun cevabını vermez. Uzatmadan tekrar konuya dönelim: Bakın benimki de en nihayetinde bir başka yorumdur. Çünkü yazarın ölümü okurun doğumudur.

Her şey oldukça basit aslında. Çok sevdiğim Cruyff’un futbol üzerine bir sözü vardır; bunu edebi eleştiriye uyarlamakta her zaman fayda görürüm. “Futbol basit bir oyundur, zor olan ise onu basit oynamaktır.” Türkiye’de eleştiri yazmak da basittir yeter ki malumatfuruşluğu bir kenara bırakarak yazarın yaşamına, etnik kimliğine, ideolojisine, cinsel yönelimine, inançlarına değil metnine odaklanmayı başaralım. Eleştirmenliğe soyunan kişinin yapması gereken tek bir şey var: Nitelikli eserler okumak ve her zaman okuduğundan bir fazlasını okumayı hedeflemek. Başta da belirttiğim gibi derdim kişilerle vesaireyle değil. Benim yazdıklarım bana, sizin yazdıklarınız size olsun efendim.

Ali Yağan