Aileyi bir kurum olarak ele aldığımızda, huzur dolu, sıcak gibi tasvir edilen yerleşik anlatının çok da gerçekçi olmadığını kavrayıveririz. Elbette genelleyemeyiz ancak aile kurumunu kişisel alanımızın dışında sorgulamaya başladığımızda, bir bireyin yaşamını belirleyen, onu biçimleyen hatta onun yaşamını cehenneme de çevirebilen bir yer olarak görmek için çok sebep olduğunu görürüz. Çünkü özellikle kadınlar, çocuklar ve LGBTİ+’lar için ataerkinin kurallarının geçerli olduğu aile kurumu, bireyin yaşamında pek çok olumsuzluğun kaynağı olabiliyor. Ev denilen o yer, kapıları dışarıya kapandığında içinde nelerin yaşandığını bilmediğimiz bir sırlar kutusuna dönüşebiliyor. Aile içi şiddet, taciz ve istismarın aklınıza geldiğinde sizi dehşete düşürebilecek her hâli, bu sırlarla dolu kutunun içinde “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla yerini alabiliyor. Geriye gözden çıkarılmış hayatlar, görmezden gelinmiş, yok sayılmış acılar, “o ne der bu ne der” diyerek hasıraltı edilen hakikat kalıyor. Tüm bunlar bahsederken bile zorlandığımız meseleler ancak ne yazık ki çok uzak olmadığımız, yüzümüze tokat gibi çarpan gerçeklik bu.

Bu konuda düşünmeye vesile olan, Aslı Tohumcu’nun Cevizin Şarkısı adlı kitabı. Hakkında konuşmanın, yazmanın zor olduğu ama hayatın ortasında durup oradan görülmeyi bekleyen insanların hikâyeleri anlatılıyor metinde. Tohumcu’nun anlatısında üç kız kardeş var: Elif, Ayşegül, Cemile. Bu üç kadın annelerini öldürüyorlar, Sezen’in anneannesini. Bir de muhtarı öldürüyorlar, dedelerini… Muhtar anlatının faili, evdeki kadınların yaşamının gaspçısı.
Tohumcu’nun anlatısında her şey apaçık, ortada cinayetler var nedenleri belli, yaşamı hiç edilmiş kadınlar var, failler belli. Okur açısından daha metnin başında her şey yerli yerine oturuyormuş gibi görünüyor, işin içine biraz da sezgiler girince karanlık bir anlatının ortasında buluyorsunuz kendinizi. Bir metinden beklediğiniz merak hissi sanki baştan kesintiye uğratılmış gibi geliyor doğal olarak ama aileyi başta benzettiğimiz bir sırlar kutusu gibi düşündüğümüzde, anlatının katmanlarından çıkan anlamı devşirdikçe metin, hakkında düşünebilecek farklı fikirlere açılıyor.
Bahsettiğimiz gibi zor bir konuyu hikâye ediyor Tohumcu. Bu nedenle metni okurken, ister istemez akla şöyle bir soru geliyor. Yaşandığını bildiğimiz ama ifade etmekte zorlandığımız konuları nasıl anlatmalıyız ki hem yaşananın ağırlığı eksilmesin hem de olay sıradan bir anlatıya dönüşüp, anlatmaya çalıştığımız acının öznesi olanı nesneleştirmesin. Bana kalırsa böyle bir anlatının yolu, gerçekliği bir şekilde aşındırmaktan, dili olabildiğince o düz akışından çıkarmaktan geçiyor. Çünkü yaşananın trajedisinin çırılçıplak göz önünde olduğu durumlarda onu ifade etmenin imkânını yaratmak yazar için meşakkatli olduğu kadar sorumluluk gerektiren bir yan taşıyor. Tıpkı çok tartışılan şiddet görsellerinin direkt paylaşımının mağdur açısından anlamını sorguladığımız gibi, yazıda da benzer bir etik gerekiyor ki yaşanan acı, felaket, şiddet enformasyonun çok hızlı olduğu çağımızda gösterinin parçası hâline gelmesin, olayın asıl özneleri bir nesneymiş gibi etrafa savrulmasın.
Aslı Tohumcu’nun Cevizin Şarkısı kitabında bahsedilenlerin gerçekliğinin yadsınacak yanı yok. Bu nedenle yazar, hakikate dokunurken onu kırmak için olsa gerek mistik bir anlatı ortaya koyuyor ve simgeleri de işin içine sokuyor. Çünkü karakterler bir yanıyla çok gerçekçi, okurun belki duyduğuna belki de deneyimlediğine dokunuyor, diğer yanıyla da masalsı ki bu durum okura ağır gelebilecek “gerçek yaşantı” kısmını kesintiye uğratıyor. Metnin bu üslubu, karanlık bir anlatının içine ışık sızdırıyor ama bunu bir arınma ya da tanık olunanlar karşısında “kendi başına gelmediği için şükretme” şeklinde işlevselleştirmiyor. Sorumluluktan, şahitlikten kaçamıyorsunuz çünkü sıradan bir anlatının satır aralarında gezmediğiniz, metnin atmosferiyle bir şekilde hissettiriliyor. Bu açıdan bakınca Cevizin Şarkısı okuru bir ara durumda bırakıyor, nasıl ölüm karşısında yakılan ağıt bir yanda acıyı dile getirip diğer yanda acıyı ifade etmenin, içinden atarak ferahlamanın imkânını yaratıyorsa, Tohumcu’nun anlatısında da fikrimce benzer bir durum ortaya çıkıyor.

Tohumcu’nun metninde simgeler, insanı dilsiz bırakabilecek yaşantının metne taşınması için işlevsel kılınmış. Bu nedenle kurcaladıkça yakaladığınız ayrıntılar metni farklı şekillerde düşünmeye izin veriyor. Örneğin, evin ateşe verilmesi:
“bir ev yanarken yanan sadece beton, demir ya da ahşap mıdır? öyle olmadığını çocuklar bile bilir. sezen de biliyordu.” (Cevizin Şarkısı, İletişim Yayınları)
Kadınların faillerinin cesetlerinin salonunun ortasında bulunduğu ev sözü edilen. Bitirilen hayatlar için yükselen ateş, özgürlük çağrısı belki de. Çünkü metinde evin kadınlar tarafından cesetlerle birlikte yakılmasının iki anlamı var bana kalırsa: özgürleşmek ve evi geri almak. Özgürleşmek çünkü zincirlendiğin, her odası yaşatılanlarla zindana çevrilmiş, yaşama dair ne varsa aşındırılmış hapishaneden kaçış. Evi geri almak çünkü ataerkil aile yapısının, tacizin, şiddetin, ensestin mekânı olmuş bir yapıyı bozarak onu dönüştürmek, başka bir ev olasılığına kapı aralamak. Bir başka örnek, metnin farklı yerlerinde karşımıza çıkan ceviz ağacı. Muhtar Dede’nin ve kapatıldığı evin karanlığına dayanamayarak Meryem’in kendini astığı ağaç. Bitki mitolojisine göre, Dionysos’un sevgilisi Karya’nın ölümüne dayanamadığından, onu yaşatmak için bedenini dönüştürdüğü ağaç bu aynı zamanda.[1] Belki de şöyle yorumlayabiliriz bunu: yaşamı ölüme çevrilmiş bir kadın, “yaşatmayı” simgeleyen bir ağaca kendini astığında aslında yüzünü hayata dönmüş oluyor. Kim bilir belki de yaşamına son vermek için kullandığı ağaç, söylencede olduğu gibi onu yaşatmanın simgesine dönüşüyor. Tohumcu’nun metninde yer alan simgelerin bana kalırsa yaşama dönük bir yüzü var, hakikatin ağırlığından oldukça karanlık olabilecek bir anlatı, altını kazdığınızda direnen kadınların yaşama dönük suretinin belirmesine sebep oluyor. Bu açıdan düşündüğümüzde kitap, yıktıklarıyla birlikte yapmanın, özgürleşmenin olasılığını çağırıyor ve bu da gerçekliğin üzerinize çöken ağırlığını hafifletiyor.
Aslı Tohumcu, Cevizin Şarkısı’nda gerçekliği nefessiz bırakacak zor bir hikâye anlatıyor. Kadınlar var hikâyede. Yaşamı ölüm anlamına getirilmiş ama bana kalırsa özgürleşmenin imkânını yaratabilmiş kadın karakterler onlar. Yıkıcı kadınlar, hayatlarını cehenneme çeviren mekânı, ataerkil aile yapısını ateşe verebilmiş kadınlar. Tohumcu kurduğu anlatıda yaşananların günahından arındırmıyor okuru, bunalmasına izin vermiyor ama tam bir rahatlık hissi, konfor alanı da sağlamıyor, çoklu bir duygu durumu yaratıyor. Ensest, aile içi cinsel şiddet gibi konularda yazar sorumluluğunu okurla paylaşırken, kurduğu simgesel anlatıyla nasıl direnileceğine de işaret ediyor.
Emek Erez
[1] Daha ayrıntılı bilgi için bknz. Gezgin, D., (2021), “Bitki Mitosları”, İstanbul: Pinhan Yayıncılık.